YAZ / KIZIM

KIZIM

Seni seviyorum diye başlamalıyım … Seni seviyorum…

1983 yılı Aralık ayı soğuk ve karlı bir gün sevgili eşim Mehmet Ali ile evlendik. Fatih Evlendirme Dairesi’nde saat 16.00’da. O kadar kar yağışı vardı ki sormayın gitsin. Hep sütlaç, muhallebi tencerelerinin diplerini yerdim ve annem bana:

-Kışın, soğuk, kötü bir havada evlenirsin, yeme şunları, diyordu.

Hurafe canım, hurafe… Ama ben soğuk, karlı, yağışlı bir günde evlendim. Tesadüf müydü neydi ? Yoksa annem bu cümleyi 40 kere mi söylemişti? Bilinemez…

En büyük arzum bir çocuğumun olması. 1 ay, 1 yıl, 2 yıl, 3 yıl, 4 yıl bekledik. Çocuğumuz olmuyordu. Acım sonsuz… Kabullenmek zorundaydım. Karar vermeliydim, eşimden ayrılmalı mıydım, yoksa çocuksuz hayatı kabul mü etmeliydim . Zor bir karar, tahmin edersiniz. Çok zor. Bir tarafta hayatınızı beraber sürdürmek istediğiniz kişi, diğer tarafta tatlı çocuklar. Tevekkül mü etmeliydim. Gerçekten çok düşündüm. Bu düşünme sürece içinde de sürekli hırçındım. Sonunda kararımı verdim. Allah bana bir çocuk hediye etmiyorsa, bunu kabullenmeliydim. Bu kabul, kolay olmadı, sanki bir yanım eksikti. Bunu anlatmak oldukça zor, beni ancak çocuk sahibi olamayan insanlar anlayabilir.

Ne kadar kızardım… Evleniyorlar, bir bakıyorsunuz, bir sene geçmeden çocukları oluyor. Kıskançlığımı anlatamam. Onlara hamamböcekleri adını bile vermiştim. Evde cam güzeli adlı bir çiçeğimiz vardı. Küçücük bir çiçek. Bir anda gelişti, dal budak sardı. Sinirimi bozmuştu. Onu götürüp evin en loş köşesine koydum. Üremesi yavaşlamıştı; ama yine türüyordu. Ona da bir isim taktım “ Mahalle kızı “. Mahalle kızı ne olacak, nereye koysam yapraklarını çoğaltmaya devam ediyordu.

Şimdi bu yazdıklarımdan ne kadar tırlattığımı anlamışsınızdır. İşte o kadar tırlatmıştım. İtiraf ediyorum.

Tam beş sene geçmişti. Her önüne gelen:

-Çocuğunuz yok mu?
-Neden tedavi olmuyorsunuz?
-Şuç kimde?
-Yani bundan sonra böyle yalnız mı yaşayacaksınız… Nevinden sorular soruyorlardı.

E be kardeşim, e be… Şimdi cevap veriyorum.

-Çocuğumuz yok.
-Tedavi oluyoruz ama olmuyor.
-Şuç bizde değil, sizde !
-Evet bundan sonra yalnız yaşayacağız. Artık bize yardımcı olursunuz.

Böyle soruları ben hiç kimseye sormadım. Bu tür soruların ne kadar incitici olduğunu bilemezsiniz. Hadi cahil insanlar bu soruları soruyor ama inanın profesörler bile sordu, nedense ?

Artık kabullendik. Çocuğumuz olmayacak. Buna alışmak zorundayız…

Aradan bir iki ay geçti. Muhteşem bir rüya gördüm. Rüyamda üç tane beyaz sakallı pir-i fani bana çocuğumun olacağını söylüyorlardı. Ben de onlara bunun imkansız olduğunu, bizim çocuğumuzun olmadığını münasip bir lisanla anlatıyordum. Onlar ise çok kararlı bir ifade ile:

-Senin bir kızın olacak, adını Şebnem koyacaksın, dediler.

Ben yine olmuyor, dedim. O zaman beni ikna etmek için 1 yaşlarında bir kız çocuğunu bana gösterdiler ve:

-Bak işte bu senin kızın, adı da Şebnem, dediler.

Uyandım. Tabii rüyayı hemen eşime anlattım. Yorumladı:

-Aç tavuk kendini buğday ambarında zanneder!!!

Haklıydı belki ama ben yine de inanmak istiyordum.

Rüyayı gördüğümün ertesi günü Tercüman Gazetesi’nde bir hanım yine beni çocuk konusunda köşeye sıkıştırdı. Allah ondan razı olsun. Çünkü dedi ki:

-Ya bir de Can Daver’e gidin, ona kim gittiyse çocuğu oldu.

Çocuğumuz kesin olmuyordu; ama denemek gerekmez miydi? Tabii eşim hemen ikna edildi ve Can Bey’den randevu alındı.

Gittik. Can Bey, babacan tavrı ile bizi karşıladı. Daha bizleri görür görmez:

-Merak etmeyin, sizin çocuğunuz olur, dedi.

Üç aylık bir tedaviden sonra… hamileydim. Sevincimi anlatamam. Uzun süre kimseye söylemedim. Uzun süre diyorum, bu süre 7 aydı. Hatta bir gün bayanlardan biri:

-Amma da meraklısın, hemen hamile elbisesi giymişsin, dedi. Cevap ilginçti:
-Ben yedi aylık hamileyim!

Sezaryen ve sevgili kızım ile buluşma. Mutluluğun miracı nedir diye sorarsanız buna cevabım: “ Kızımla karşılaştığım ilk saniye “ olur.

12 Şubat 1987 saat 20.00. Doğum gerçekleşti. Saat 23.00 civarında kendime geldim. Bebeği bana göstermiyorlar. Sakinleştirici bir iğne yaptılar, uyumam için. Ben uyumak istemiyorum. Evet çok yorgunum; ama nasıl olsa dinlenirim. Sonunda uykuya yenik düştüm.
13 Şubat saat 6.30… Kapı açıldı. Pembe bir puset içinde Şebnem Hanım hayatıma teşrif etti. Ne kadar ağladığımı hatırlamıyorum. Beyaz, pembe bir yumak, gözleri de mavi.

Allahım sana şükürler olsun, bu güzel hediye için. Sana şükürler olsun. Bir anne için en büyük mutluluk. Dedim ya mutluluğun miracı.

Hoş geldin Şebnem dünyamıza, hoş geldin… bebek yüzlü güzel kızım benim… hoş geldin.

Xxxxx

Şimdi Şebnem 15 yaşında… buluğ çağını atlatmaya çalışıyor…çok güzel bir genç kız…ailemize uyum sağlamış durumda… en yakın arkadaşım…

Şebnem ile aynı okuldayız. Benim çalıştığım okulun hazırlık sınıfında okuyor . Bu durum şans mı şansızlık mı bilemiyorum. Siz karar verin…

Bir gün ikinci katta nöbetçiyim. Sevdiğim bir erkek öğrenci yanıma geliyor… Muhabbete başlıyoruz… Havadan… Sudan… Öğrencinin adı Çağatay… Okulun yakışıklılarından… Nefis gözler… Erkek tipli… Karizmatik…
-Çağatay, bu arada kalbin nasıl, dolu mu boş mu ?
-Boş hocam. Ama Hazırlıklarda bir kız var… Mükemmel… Herhalde gönlümü kaptırıyorum.
-Hangi sınıfta?
-Hazırlık A’da…
-!!!!!!!
-İsmini biliyor musun ?
-Şebnem’ miş.
-!!!!!!.

Ya, bu çocuk çok efendidir. Şebnem’in soyadını bilseydi, bu konuyu asla bana açmazdı diye düşünüyorum. Zavallı. Bir gün mutlaka öğrenecek… Gerçekten zavallı…

-Nasıl bir kız?
-Hocam valla çok güzel, hem de çok terbiyeli… Gözleri de aynı sizin gibi, çok güzel…
-Hımm, hımmmm; hatta hammmmm… Hadi bakalım hayırlısı.

Artık onları göz hapsine almalıyım. Kim kime nasıl bakıyor… Ne kadar eğlenceli olduğunu bilemezsiniz. Siz her şeyi biliyorsunuz ama karşıdakiler durumun farkında değiller. Çok eğleniyorum çok…
Benim kız da pas vermiyor… Kendini ağırdan satıyor… Ama ara sıra da göz göze geliyorlar. Şebnem nerede, Çağatay orada… Kantinde de Tarkan’ın Aşk adlı şarkısı çalıyor… Bir de Hüp… Bakalım kim kimi hüpletecek… Ama dedim ya Şebnem’in adımları çok ağır ve sağlam… Sana güveniyorum kızım… Hüpletilmek için çok erken bir zaman… Biraz daha büyü…

Aradan birkaç gün geçti. Beni gördüğünde sürekli yanıma gelip sohbet etmek isteyen Çağatay, artık beni görmemek için elinden geleni yapıyordu. Göz göze gelmemiz nerede ise imkansız hale gelmişti. Anladınız değil mi? Mutlaka Şebnem’in soyadını öğrenmişti… Artık Şebnem’e direk olarak bakmıyor, kaçamak bakışlarla süzmeye devam ediyordu.

Bir gün ders bitiminde yanıma geldi.

-Nasılsın Çağatay ?
-İyiyim hocam.
-Ne oldu o kız meselesi ?
-!!!!!!!!!!
Çağatay’ın yanakları bir anda kıpkırmızı oldu, başı önde kesik kesik cevap verdi:

-Yok hocam ya, benim öyle şeylerle işim olmaz.

Aslında canım bağıra bağıra gülmek istiyordu. Ama belli edemezdim. Sadece gözlerimde müthiş bir kahkaha vardı; ama ben de ona bakamıyordum.

Yani şimdi sen seçe seçe Ayşe öğretmenin kızını seç ve bir de gel ona durumu anlat. Zavallı Çağatay… Seni seviyorum… Seninki de şansızlık be oğlum… Hem de ne şansızlık…

Bu hikaye tamamen gerçek. Benim ile Çağatay arasında geçti. Olayların akışına karışmamak için Şebnem’e anlatmadım. Kitabı okuyunca öğrenecek. Bilemiyorum belki Şebnem de kendisini şanssız hissedecek … Bilemiyorum…!

Anı Defterim-Karalamalar, 2002