Ata/ ATATÜRK’ÜN ANILARI

 

ATATÜRK’ÜN ANILARI

ATATÜRK’ÜN SOFRA ARKADAŞLARI
Atatürk’ün, özellikle akşam sofrası, çok konuşulmuş ve hala da konuşulan bir konudur. Halbuki, bu sofrada, yapılacak bütün işler ele alınır ve enine boyuna ciddi olarak konuşulurdu. Ayrıca, hangi konu ele alınacaksa, o konuyu iyi bilen üniversiteden veya dışarıdan şahıslar da yemeğe çağırılır ve o konu iyice tartışılıp karara bağlanırdı. Toplantıyı Atatürk idare ederler ve konuşmaları da kesinlikle şahsiyete dökmezlerdi. Eğer o konuyla ilgili kişi yoksa, hemen getirtilir veya konu başka bir güne bırakılarak o kimse de toplantıya çağırılırdı.

Toplantılarda, daima bir kara tahta ve tebeşir bulundurulur, bazen de dünya ve Türkiye haritaları astırılırdı.

Genellikle bazı kimseler, Atatürk’ün sofrasında hemen daima bulunurlardı. Atatürk, bu kişilere ya not aldırırlar, ya makale yazdırırlar veya elçi gibi kullanarak gidip araştırma ve tetkik etme görevi verirlerdi. Sofrada bulunan kimselere, her zaman ki kişiler; bilinen, belirli kişiler anlamında "Zevat-ı Mutade" denirdi. Bu kimseler ya hükümet üyesidirler veya zamanın en ileri gelen fikir ve kalem üstatlarıdır. Bu sofra başı sohbetleri bazen sabaha kadar sürerdi. Herhangi bir konu görüşülürken o konuyu iyi bilene Atatürk sualler yöneltirler ve onu konuşmaya zorlarlardı. Bilmediği konuları can kulağı ile dinler ve öğrenmek isterlerdi.

Sofrada genellikle mevsim sebzeleri dışında, pilav ve kuru fasulye mutlaka bulunurdu. Lüks sayılan yemekler genellikle sofrada bulunmazdı. Kendileri meze olarak peynir, leblebi ve kavunu tercih ederlerdi. Hala da konuşulanların tam aksine, böyle gecelerde, en az eğlenceye yer verilirdi. Sırf misafir ve dostlar için çağırılan ses ve saz toplulukları, pek çok defalar hiç sazlarını bile açmadan evlerine geri dönmüşlerdir.
Muzaffer Kılıç ve Halil Nuri Yurdakul’dan

MAREŞAL FEVZİ ÇAKMAK
Fevzi Paşa çok iyi yetişmiş bir asker olmasından başka çok dürüst ve başarılı bir kumandandı. Osmanlı İmparatorluğu’nun son hükümetinde harbiye nazırı olmuştu. Bu mevkide iken Kuva-yı milliyecilerin İstanbul’da bulunan birçok silah ve mermi depolarını basarak silahları Anadolu’ya kaçırmalarına göz yummuştu.

23 Nisan 1920’de TBMM’nin ilk defa açılmasından ancak 4 gün sonra Ankara’ya gelmiş ve kurulan ilk hükümette Milli Müdafaa Bakanlığı verilmişti.

Atatürk, Mareşal Fevzi Çakmak’a ayrı bir hürmet beslerdi Mareşal içki içmez, beş vakit namazında, çok dürüst ve faziletli bir kişi idi. Atatürk ve Mareşal seyahatlerinde hiç harcırah (yolluk) almamışlardır.

Mareşal’e yolluk teklif edilince, "Biz oraya askeri araçlarla teftişe gittik. Orduevinde yedik içtik, yattık kalktık. Görev yapıp döndük. Ne harcırahı" der ve yollukları daima orduya kalırdı. Bu nedenlerle Atatürk’ün Mareşal’e çok değişik bir hürmeti ve saygısı vardı. Paşa’nın yemekte olacağı zaman, kesin olarak masaya içki konulmaz, sadece limonata içilirdi.

Atatürk, Mareşal’in her yemeğe gelişinde, bizlere bunu tekrar tekrar hatırlatırlar, herhangi bir yanlışlık yapıp masaya içki getirilmesini önlerlerdi.

Muzaffer Kılıç, Halil Nuri Yurdakul’dan

RAMAZANLARDA ATATÜRK
Atatürk, Ramazan ayına büyük önem verir; bu ay içinde ince saz heyeti saraya kesin olarak sokulmazdı. Akşamları, beni huzurlarına çağırır ve Kuran-ı Kerim’den sureler okuturlar, kendileri de bunu derin bir hazla dinlerlerdi.

Ramazan aylarında, Hacı Bayram Veli ve Zincirlikuyu Camilerinde şehitlerimizin ruhu için hatim okumamı emrederlerdi. Ben de, tıklım tıklım dolu olan bu camilerde emirlerini yerine getirir, hatim okurdum.

Peygamberimiz Efendimiz’den bahsederlerken, "Hazret-i Peygamberin Zaman-ı Saadetlerinde" diye, daima saygı ifade eden kelimeler kullanırlardı.

Peygamber Efendimiz’in, ayrıca, çok yetenekli bir devlet adamı ve iyi bir başkomutan olduğunu daima söylemişlerdir.

Din işlerinin cahil kimselerin kontrolünden alınıp, bu işi iyi bilen alimlere verilmesinin gerekliliğini ifade ederler, "Mukaddes Mihrabı, cehlin cahillerin elinden alıp ehlin (konuyu iyi bilen) eline vermek zamanı çoktan gelmiştir" derlerdi.

En uzun tatillerin dini bayramlarda yapılmasının da şart olduğu söyleyip, "Herkes, dini vecibeleri, görevleri yerine getirecek, sonra da dinlenecekler" derlerdi.

Hafız Yaşar Okuyan’dan

KURAN OKUYANA SAYGI
Sakarya Harbi 22 gün 22 gece devam etmiş, tam deyimle kan gövdeyi götürmüştü. Bu nedenle tarih kitapları Sakarya Harbi’ni en kanlı muharebelerden biri olarak yazmıştır.

Bu muharebe içinde mermilerin üzerimizden geçtiği günlerden bir gün, Atatürk beni çadırlarına emrettiler. Çadıra koştum, Atatürk ayakta ve masada açılmış harita başında çok gergin ve sinirli idi. Çadıra girer girmez, bana hemen Fevzi Paşa’yı çağırmamı emrettiler."Baş üzerine Paşam" diyerek çıktım, atıma atlayarak Fevzi Paşa’nın çadırına atımı yıldırım gibi sürdüm. Artık neredeyse düşman mermileri bizim çadırlarımıza düşecekti. O toz toprak arasında, Paşa’nın çadırına nefes nefese geldim ve hemen içeri daldım. İçeri girince baktım ki, Fevzi Paşa arkaları kapıya, yüzleri kıbleye dönük diz çökmüş vaziyette kendilerinde geçmişler ve vecd içinde yüksek sesle Kuran-ı Kerim okuyorlardı. Kendilerinden o kadar geçmişlerdi ki, arkaları da kapıya dönük olduğundan benim içeri girdiğimi görmediler ve duymadılar bile.

Ben hiç ses çıkarmadan ağzımı elimle tutarak geri geri yavaşça çadırdan çıkıp, atıma atlayıp Ata’ya yıldırım gibi geri geldim. geldim ama, attan inerken aklım başıma gelmişti. Ata’ya ne diyecektim. Emrine ne cevap verecektim. Fakat bunları düşünmeye bile zaman yoktu. Hemen Ata’nın çadırına daldım. Çadıra girdiğimde Ata hala ayakta ve açık harp krokisi önünde idi. Girer girmez, "Nerde Fevzi Paşa" diye gürledi. "Paşam" dedim "Fevzi Paşa’nın çadırına gittiğimde, Fevzi Paşa Kuran-ı Kerim okuyorlardı. Beni görmediler, ben de hiçbir şey söylemeden geldim. Emrederseniz tekrar gidip emrinizi bildireyim" dedim.

Atatürk şöyle bir durdu, "Bırak paşa Kuran’ını okusun. Allah’ın izni ile biz düşmanı yeneceğiz. Rahatsız etmeyelim Paşa’mızı" buyurdular.(1921)

Muzaffer Kılıç’tan

EZAN
Dolmabahçe önünde demir atmış olan Savarona’nın güvertesinde, hasır koltuğunda güneşin batışını seyrediyordu. Ufuk, minarelerin arkasında kıpkızıl bir renk almıştı. İstanbul, camileriyle ateşten bir fona yaslanmış gibiydi. Füreya, Atatürk’e son okuduğu kitabı getirmiş, yanıbaşında oturtuyordu.

"Söyler misiniz, bana bir Münir çalsınlar," dedi Atatürk.

Yaveri koşup gramofona bir taş plak koydu. Az sonra, minarelerin birinde yanık sesli bir müezzinin ezanı duyuldu. Atatürk başıyla işaret verdi. Plağı susturdular. Hepsi huşu içinde ezanı dinlediler. Füreya, başını öteye, camilerden yana çevirmiş olan Ata’nın göz pınarlarında yaşların biriktiğini gördü. Bir damla süzülmüş, yanağından aşağı akıyordu. Atatürk, uzun müddet yanındakilere doğru dönmedi. Nihayet başını çevirdiğinde, hem ezan bitmişti, hem o kendini toparlamıştı.

"Ne yazık ki ezanı tekrar ettirmemize imkan yok, Füreyanım," dedi yumuşak bir sesle.

"Sabah ezanını bekler, hep birlikte dinleriz Paşam," dedi Füreya.

Füreya Koral’dan

ATATÜRK’ÜN ZAFERDEN SONRA ANKARA’YA GELİŞİ
Büyük Taarruz başarılmış ve düşman denize dökülmüştü. Ülkenin her yerinde bu bayram kutlanıyordu. Davullar çalınıyor, zeybekler oynanıyordu. Her evde, her ocak başında bu konuşuluyor; herkes birbirine sarılıp bunu kutluyordu.

Ben, bu son muharebede yaralanmış, Ankara’ya gönderilmiştim. Ankara’da Numune Hastanesi’nde yatıyordum. Bizler bu olayları gazetelerden ve gelen hasta bakıcılardan öğreniyorduk.

Bir Ekim günü Ata’nın Ankara’ya döneceği haberi hastanede yıldırım gibi duyuldu. Bu haber bütün hastalara bir hayat iksiri gibi tesir etmiş ve herkes iyileşmişti. hepimiz Ata’yı karşılamaya gitmek istiyorduk. Fakat hastanedeki doktor ve bakıcılar tabii ki buna izin vermek istemiyorlardı. Biz birkaç gazi asker ve subay arkadaşla beraber istasyona gizlice gitmeye karar verdik. O gün sabahleyin kendimize çeki düzen vererek; yarı sivil, yarı asker, yarı hastane kıyafetiyle ile istasyona koştuk.

İstasyona bir geldik ki, mahşeri bir kalabalık; bugünkü Gençlik Parkı ve Paraşüt Kulesi’nin olduğu yeri hınca hınç doldurmuştu. Yüzbinlerce kişi, kadını, erkeği, ihtiyarı genciyle civar köy, kasaba ve vilayetlerden; atlarla, arabalarla, kağnılarla, eşeklerle gelmişler, Ata’yı görmek için meydanları doldurmuşlardı.

Adım atacak yer yoktu. Davullar çalınıyor, zeybekler oynuyor, halaylar çekiliyordu.

Az sonra sesler kesildi. Herkes trenin istasyona girmekte olduğunu söyledi. Sonra da tren istasyona girdi. "Yaşa var ol!" sesleri, davul-zurna seslerine karışıyordu. Atatürk trenden inmiş ve istasyondan Meclis’e kadar yürüyerek kumandanlarıyla beraber ilerliyordu.

Kurbanlar kesiliyor herkes ve bizler gözyaşları ile bu sevince katılıyorduk. Ata’nın adımının önüne kundaktaki çocuğunu, "Sana bu evladım veya torunum da feda olsun" demek için koyan kadınlar, nineler gördüm. Bizler bu coşku içinde erlerle sarılıp ağlaşıyorduk. Atatürk, bir ilah gibi, bu coşkulu karşılama arasında hiçbir aşırı hareket göstermeden rüzgar gibi tak, tak, tak, tak diye askerce yürüyerek geçip, Meclis’e gitti.

Bizler bu mutlu sonu bir muhteşem film gibi seyrederek ve gördüklerimizi birbirimize anlatarak hastaneye döndük. Hastaneye bir geldik ki, hastanede birkaç ağır hasta ve birkaç bakıcıdan başka hiç kimse kalmamış. Sargılarla, alçılı ayaklarla koltuk değnekleriyle herkes bizler gibi bu muhteşem merasimi görmeye koşmuştu.

Halil Nuri Yurdakul’dan

ATATÜRK’ÜN DİKKATLERİ
Atatürk çok dikkatli bir insandı. Herhangi bir yere girildiğinde etrafa şöyle bir göz atar, bütün eksiklikleri hemen görürlerdi. Gezilerde ve toplantılarda bizleri bile kontrol eder, kılık kıyafetimiz ve hareketlerimizle ilgilenirler, hatalı bir tutumumuzu görünce daha sonra uyarır, düzelttirirlerdi. Bazen öyle şeyleri ikaz ederdi ki, biz ve arkadaşlarımız bile o şeyin farkına varmamış olurduk. Ne bizlerin, ne de başkalarının sarhoşluğunu kesin olarak hiç affetmezlerdi.

Bir gün birlikte baloya gidilmişti. Bizler de Ata’nın yaverleri ve yakınları olarak genç hanımlardan ve kızlardan pek ilgi görürdük. Baloda genç bir hanımla tanıştırıldım ve birkaç defa dans ettim. Bu arada vakit epey geçmiş, hanım da ben de biraz alkol almıştık. Neşeli bir vaziyette dans ediyorduk. Atatürk’de pek neşeli idi. Etrafına espriler dağıtıyor, bizlerle hiç ilgilenmiyorlardı.

Ben bu fırsattan istifade ederek hanımı salonun arka taraflarına doğru bir köşeye dans ederek götürdüm. Zaten bekardım. Orada biraz şakalaşmak istedim. Fakat gitmemizle Atatürk’ü karşımda görmem bir oldu. Bana kızgın bir şekilde, "Herkesin sizi takip ettiğini görmüyor musunuz? Çabuk yerinize dönünüz" deyip, geçip gitti.

Tabii benim aklım başıma gelmiş, hemen salona dönmüştüm. Dönmüştüm ama, balo dağılıp Çankaya’ya dönerken, "Şimdi Ata’nın yüzüne nasıl bakacağım?" diye düşünüyordum. Az sonra veda ederek balodan ayrıldık. Ben utancımdan Ata’nın yüzüne hiç bakamıyordum. Arabanın önüne mecburen bindim. Kendileri de arkaya bindiler, biraz ilerledikten sonra, "Muzaffer" dedi. Ben hemen arkama döndüm. Baktım yüzü pek yumuşaktı. Hafif gülerek, "Toplantı iyi geçti değil mi?" diyerek bana bir göz attı.

Anladım ki, bu hatalı davranışımı, gençliğime ve bekarlığıma vermişler; hoşgörü ile karşılayıp beni affetmişlerdi. Ondan sonra da herhangi bir şekilde bu olaydan hiç bahsetmemişler, babacan bir davranışla unutup gitmişlerdi.

Muzaffer Kılıç’tan

ATATÜRK’ÜN ANNESİNİN ÖLÜMÜ
Atatürk’ün annesi, Ankara’ya gelip yerleşmiş, fakat kısa bir süre sonra zaten bozuk olan sağlığı iyice bozulmuştu. Doktorların, Ankara’nın yüksek ve sert iklimi yerine deniz havasının daha iyi geleceğini ısrarla söylemeleri üzerine, onu İzmir’e göndermişti. Orada Uşakizadeler’in yazlık köşkünde ve müstakbel gelini Latife Hanım’ın dikkatli bakımına karşın 15 ocak 1923 günü vefat etmişti.

Atatürk o gece Eskişehir’de bulunuyordu. Bu haberi kendisine İzmir’de bulunan Başyaver Salih Bey (Bozok) telgrafla bildirmişti.

Derhal cevap verildi.

"Verdiğiniz elim haber beni çok müteessir etti. Merhumenin münasip bir tarzda merasim-i defniyesini ifa ettiriniz."

Birkaç gün sonra İzmir’deydik. Trenden iner inmez, anasının Karşıyaka’daki mezarını ziyarete gitti ve büyük bir teessür ve heyecan içinde, gözleri dolu dolu, "Anam ölmüş, bu hazin hakikat karşısında benim için tecelliye mucip bir nokta var: Kurtuluşu hepimiz için, gaye-i emel ifade eden bu güzel İzmir’in mukaddes topraklarına gömülmüş olmasıdır. Annem benim için çok sıkıntılar çekti. Allah orada rahat uyumasını nasip etsin" diye içini döktü.

Aradan birkaç yıl geçtikten sonra, bir gün annesi için galiba Latife Hanımefendi tarafından yaptırılan mermer sandukalı ve uzun kitabeli kabrin fotoğrafını görmüş, hiç beğenmemiş, hele kitabede, "Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’nin Valide-i Muhteremleri Zübeyde Hanımefendi’nin…" diye başlayan cümleden hiç hoşlanmamışlardı.

Bir gün Genel Sekreter Hasan Rıza Soyak Bey’e, "İlk fırsatta İzmir’e gidersin, bu sandukayı ve kitabeyi kaldırtırsın, dağdan iki büyük ve uzun taş getirtirsin, birini olduğu gibi bir temel üzerine tespit ettirir, diğerini baş tarafına diktirirsin. Bir yerini de biraz düzelttirerek, ‘Atatürk’ün anası Zübeyde burada gömülüdür’ diye yazdırırsın, altına da ölüm tarihini koydurursun, yeter" emrini vermişti.

Bir gün İzmir Belediye Reisi Dr. Behçet Uz, Dolmabahçe Sarayı’na geldi. Beraberinde Atatürk’ün annesi için, Belediye Meclisi kararı ile, hazırlattığı bir türbe projesi getirmişti. Bu tatbik edilirse, abide halinde, muazzam bir eser olacaktı. Etrafında bir park bir de çocuk bahçesi yaptırılacaktı.

Bu proje Atatürk’e sunuldu. Bir an göz ucuyla projeye baktı… "Hayır…" dedi, "Ben size mezarın nasıl yapılacağını tarif etmiştim; gene öyle yapılmalıdır. Hem belediyenin masraf etmesine lüzum yoktur, bunu biz yaptıralım."

Atatürk’ün bu isteği belediye reisi ve üyelere bildirilince çok üzülürler. "Arzu ettikleri mezar 1500-2000 liralık küçük bir masrafla yapılabilir. Lütfetsinler, hiç değilse bu küçük gideri İzmirlilere bıraksınlar" diye rica ederler. Durum Atatürk’ü bildirilince olumlu cevap vermiş ve böylece Atatürk’ün isteğine uygun mezar yapılıp, yazı da onun isteğine uygun yazılmıştır.

Muzaffer Kılıç’tan

ŞARAPNEL PARÇASI
Her taraf duman içinde ve heyecan her yere hakim olmuştu. Düşmanın topçu ateşi gülleleri büyük çukurlar açıyor, her tarafa şarapnel ve kurşun yağıyordu. Büyük bir şarapnel parçası tam kalbimin üzerine çarptı, sarsıldım.

Elimi göğsüme götürdüm, kan akmıyordu. Olayı Yarbay Servet Bey’den başka kimse görmemişti.Ona parmağımla susmasını emrettim. Çünkü vurulduğumun duyulması bütün cephelerde panik yaratabilirdi. Kalbimin üzerinde, cebimde bulunan saat paramparça olmuştu.

O gün akşama kadar birliklerin başında daha hırslı çarpıştım. Yalnız bu şarapnel vücudumda, kalbimin üzerinde aylarca gitmeyen derin bir kan lekesi bırakmıştı.

HUKUK
Kongre üyelerinin dinlenmesi için hazırlanmış olan çadırlardan birinde bir kaç arkadaş hem çay, kahve içiyor, hem de o günkü ajans haberlerini okuyorduk. Mustafa Kemal Paşa oturum aralarında toplanan bu sohbet gruplarına katılarak üyelerle konuşurdu. Bu şekilde hem üyelerle daha yakından tanışıyor, hem de gelecek oturumlarda konuşulacak işler üzerinde sezdirmeden telkinler yapıyordu. O gün Paşa, bizim sohbet grubumuza geldi. Ajansta, Erzurum’a yeni atanmış olan ve bir kaç gün önce sarayda padişah tarafından kabul edilerek kendisine direktif verilen Reşit Paşanın İstanbul’dan hareket ettiği yazılıyordu. Bu haber Mustafa Kemal Paşa’yı düşündürdü. Biraz sonra oradaki arkadaşlara, Reşit Paşa’yı tanıyıp tanımadıklarını ve nasıl bir adam olduğunu sordu. Yeni valiyi içimizden yalnız Süleyman Necati tanıyordu. Reşit Paşa’nın 1328’de Erzurum’da bulunduğunu ve o zaman bile tükenmiş bir ihtiyar olduğunu söyleyerek, Paşa’dan niçin merak ettiğini öğrenmek istedi.

Mustafa Kemal Paşa kısaca, “Eğer işimize zarar verecek bir adamsa, Trabzon’dan İstanbul’a iade edelim, başımıza iş açmasın” dedi.

Bu sohbet grubu arasında bulunan, eski teşkilatı mahsusa çeteciliğinden ve mollalığından kinaye olarak “Piyerlermit” lakabını taşıyan Rize üyesi Hoca Necati atılarak “Paşam üzülmeyin, icap ederse Kop dağında temizlenir” dedi. Mustafa Kemal Paşa, acı bir infialle, “Hocam ne diyorsun, kutta-i tariklik ederek (yol keserek, haydutluk ederek) adam mı vurduracağız. Bu memlekette hükümsüz vatandaş öldürülmez. Vatandaş ancak mahkeme kararıyla cezalandırılır. Devlet adamının böyle düşünmesi lazımdır” cevabını verdi. Bu sözler benim üzerimde unutulmaz bir etki bırakmıştı. Çünkü yeni bir anlayışın müjdecisi idi: İnsan hayatına, dokunulmaz en yüksek değer biçiyor, vatandaş hayatına saygıyı, en büyük görev sayıyordu

Mustafa Kemal Paşa, ömrü oldukça bu düşünceye sadık kaldı. Zamanında hükümsüz bir vatandaş cezalandırılmadı. En keskin muhaliflerine sordum. Hiç birisi, bunun aksine bana bir tek inandırıcı örnek gösteremediler. Modern devlet adamı demek, bu demektir.

Cevat Dursunoğlu’ndan

DİKTATÖR
İstanbul’da bir baloda idim. Sarı saçlı bir delikanlı gelip karşıma dikildi. Adı Ekrem yahut Kenan olacak… Bir balo için aşırı sayılacak laubaliliklerle etrafındakilerin dikkatini çekmiş olacak, bir aralık ortadan uzaklaştırdıklarını hissettim. Halbuki onunla konuşmak da istiyordum. Nihayet döndü dolaştı bir fırsatını buldu gene karşıma çıktı. Bana düpedüz: “Size diktatör diyorlar, doğru mu?” dedi. Ona şu cevabı verdim:

“Ben diktatör olsaydım sen bana bunu soramazdın. Bir takım inkılap zaruretiyle bir takım yenilikleri kabul ettirmeye çalışan adam diktatör değildir! Diktatör, hoşgörüsü olmayan adamdır. Karşısında her fikir söylenemeyen adamdır. Diktatör, kendi düşüncelerine aykırı fikir söyleyenlere kin güden adamdır. Bunun haricinde diktatörlük, tehlike, inkılap, fevkalade zamanlarda lazım bir demokrasi müessesesidir. Demokrasi tarihinde böyle muvakkat böyle muvakkat diktatörlüklere rastlanır. Benim, on beş senedir, bazı fikirleri bu memleket hayrına kabul ettirmek için sarf ettiğim gayretlerde hiç bir şahsi endişe yoktur. Benim, belki demokrasinin anladığı manada diktatörlüğe benzer hareketlerim görülmüştür. Fakat, Tiran asla olmadım.”

Bu vesile ile Atatürk’ün çok önemli bir hatırasını da nakletmek isterim. Rusya’dan kendisine mensup bir genç:

-Rusya’da bir takım inkılap hareketlerini yürütmek için terör olduğu bir hakikattir. Fakat doğrusu buna hak verdirecek sebepler de var. Eğer terör olmasa birçok inkılaplar bu süratle yürüyemez, demişti.

Atatürk, karşısında söylenen fikirler ne kadar kendi düşüncesine aykırı olursa olsun dinlemeyi severdi. Ancak, ana prensiplere ve esas davalara aykırı sözlere asla müsaade etmezdi. Bu sefer de aynı müsamahasızlığı gösterdi. Muhatabının sözünü kesti:

-Terör öyle bir maniveladır ki, bir defa insan onun kulpuna elini kaptırdı mı, bir daha bırakamaz. İlk hareketleri kendi tanzim edebilir. Fakat, ondan sonra kendi bildiği gibi dönecek olan makinenin kolu kopuncaya kadar esiri olur.

VATANIMIN TOPRAĞI TEMİZDİR
Kral Edward İstanbul’a geldiği zaman, yatından bir motora binerek Dolmabahçe Sarayı’na yanaştı. Atatürk de rıhtımda O’nu bekliyordu. Deniz dalgalı idi ve kralın bindiği motor inip çıkıyordu. Kral rıhtıma çıkmak istediği bir sırada eli yere değdi ve tozlandı. O sırada Atatürk de Kral’ı rıhtıma almak üzere elini uzatmış bulunuyordu. Bunu gören kral bir mendille elini silmek istediği bir anda Atatürk:

-Vatanımın toprağı temizdir, o, elinizi kirletmez! diyerek, Kral’ı elinden tutup rıhtıma çıkarıverdi.

Enver Behnan Şapolyo

ANKARA’YI NEDEN BAŞKENT YAPTIM?
Sıcak bir günün akşamında yanında bazı ileri gelenler ile Köşkü’nün bahçesinde dolaşıyordu. Ben de o sıralar eski Köşk’ün tavan dekorlarıyla meşguldüm. Tozlu ve sisli bir akşam Ankara’nın üzerine çökmüştü. Yer yer toz hortumları semaya doğru yükseliyor ve manzaraya daha boğucu bir hava ekliyordu. Bize:

-Ankara’yı hükümet merkezi yapmakla iyi mi ettim? diye sordu. Tabii herkes müspet cevap verdi. Arkasından:

– Neden? suali gelince, kimi staratejiden, kimi siyasetten bahsetti. Hatta birimiz kayalık güzeldir” gibi bir estetik nazariye de ortaya attı. Atatürk :

-“Şimdi dalkavukluğu bırakın” diye münakaşayı kapattı.

-Ankara’nın hükümet merkezi olmak için saydığınız meziyetleri beni ikna etmeye yetmez. Ben Ankara’yı hükümet merkezi yapmakla büsbütün başka bir hedef güttüm. Türk’ün imkansızı imkan haline getiren kudretini dünyaya bir kere daha tekrar etmek istedim. Bir gün gelecek şu çorak tarlalar, yeşil ağaçların çevirdiği villaların arasından uzanan yeşil sahalar asfaltlarla bezenecek. Hem bunu hepimiz göreceğiz. O kadar yakında olacak”.

Anekdotlarla Atatürk, Em.Tümg. Muzaffer Erendil

TÜRK MİLLETİNE OLAN HAYRANLIĞI
Zamanının ünlü biyografi üstadı alman Emil Ludwig 1934’de Atatürk’ün hayatını yazmak için Ankara’ya gelmişti. Eserleri arasında geçmişin ve yaşanılan devrin iz bırakmış nice şahsiyeti vardı.

O günlerde Polonya Cumhurbaşkanı, çok ünlü bir piyanist, bir virtüöz olan Ignas Jan Paderavsky’nin hayatını yazıyordu. Mustafa Kemal kendisini kabul ettiğinde, önce bedeni hususiyetlerini uzun uzun tetkik etmesi genel sekreteri Hikmet Bayur’un dikkatini çekmişti. Nitekim soyu sopu üzerinde bilgiler edindikten sonra Hikmet Bayur’a Ata’nın musiki ve bilhassa keman-piyano ile meşgul olup olmadığını sormuş Bayur’un bu soru üzerine şaşkınlığını görünce şu açıklamayı yapmıştı:

-“İzah edeyim. Atatürk’ün parmakları daha çok bu müzik aletleriyle meşgul olanların bariz hususiyetleridir. Mesela Paderavsky’ninki böyledir. Size rica edeceğim. Bana bir elinin parmaklarını bir kağıda çizer, verir misiniz?”

Atatürk, bu isteğe tebessüm etmiş, daima nazik ev sahibi olarak arzuyu yerine getirmiş, fakat tarihçinin yanlış hüküm vermemesi için şu açıklamayı yapmıştı:

– “Bana ailemde zafer kazanmış büyük kumandanlar olup olmadığını sormuştunuz. Size yoktur cevabını vermiştim. Şimdi parmaklarımı ömrü savaş meydanlarında geçmiş bir askerde yadırgadığınızı seziyor gibiyim. Size kestirmeden bir açıklama yapacağım. Eğer, bende bazı fevkaladelikler görüyor ve buluyorsanız bunları sadece ve yalnız Türk olmama, Türklüğüme bağlayınız. Bu ülkenin bütün insanları temelde benzer yapı içindedir. Hatta kusurlarımızda bile… Biz bu aynı kaynağın kök sağlamlığı ile milliyet ve devlet yapısını muhafaza edebilmiş müstesna milletiz. Sadece ben değil, tarihte bu büyük millete sahalarında hizmet edebilmişler varsa, hepsinin ilham kaynağı aynıdır”

Cemal Kutay, Atatürk Olmasaydı

MİLLETİNE GÜVEN
Toplantıda kendisinden evvel söz söyleyenlerden biri ona: “nereden ilham ve kuvvet” aldığını sormuştu; büyük adam bu soruya millet hizmetinde bulunan insanların ilham kaynakları hakkında, uzunca bir tahlil yaparak cevap verdi… Sonunda kısaca demişti ki :

“Efendiler… İlham ve kuvvet kaynağı milletin kendisidir; milletin müşterek arzusu, gerçek temayülüdür. Varlığımızı, istiklalimizi kurtaran bütün teşebbüs ve hareketler; milletin müşterek fikrinin, arzusunun azminin yüksek tecellisinden başka bir şey değildir.”

(Atatürk’ün bu nutku, seyahatini temsilcisi ile takip eden Anadolu ajansı tarafından çıkarılan bir broşürde mevcuttur.)

Soyak, Hasan Rıza, Atatürk’ten Hatıralar, S.50

SİLAHIN, ORDUN, PARAN VAR MI?
Birinci Dünya Harbi yenilgisinden sonra öz yurdun kurtuluşu için mücadeleye atıldığı zaman O’na, “Silahın, ordun, paran var mı?” Diye soranlar olmuştu. Eşsiz kahraman; bu zayıf iradeli ve kısa görüşlülere şu cevabı vermişti:

“Paramız olacak, silahımız olacak, ordumuz olacak, savaşacağız ve muzaffer olacağız.”

Bu sefer de, “devletin bünyesini yaşatmak için, harice baş vurmaksızın, memleketin gelir kaynakları ile idaresini sağlamak çare ve tedbirlerini bulmak lazım ve mümkündür, ” diyordu.

VATAN İÇİN
Ölümünden otuz altı gün önce, birinci komutan, sonra Başvekil Celal Bayar, hastalığı süresince yaptığı hafta sonu ziyaretinde, beraberinde hazırlığı tamamlanmış üçüncü beş yıllık plan dosyasıyla gelir. Hekimler, zaman alan ciddi konularla meşgul olmasını yasaklamışlardı. Başvekil, bir-iki temel konuda fikrini öğrenme ihtiyacındadır. En çok beş dakika için evet derler.

Bundan sonrasını Celal Bayar şöyle anlatır :

-"Sanki hasta değil, rahat bir uykudan yeni kalkmış gibiydi.

Elimdeki dosyanın ne olduğunu sordu :

-"Üçüncü beş yıllık planın son şekli Atatürk" dedim.

Eliyle işaret etti.

-"Şöyle, yanıma otur anlat"

Şezlongunu yükseltmelerini ve arkasına bir yastık konulmasını istedi. Göreceği yakınlıkta oturdum. Dinledikçe alakası artıyordu. Verilen beş dakika geçmişti. Genel sekreteri Hasan Rıza’nın bana bunu hatırlatmak için içeri girdiğini hissetti:

-"Gel Soyak, sen de dinle, başbakan çok güzel şeyler anlatıyor" dedi.

Sadece başlıkları okuyor, birkaç cümle ile o bahsi tamamlıyordum. Öğrenmek istediklerimi de öğrenmiştim. Yakın gelecekleri okurcasına:

-"Ufukta yeni bir dünya harbinin bulutları var. Acele edin. Bunların çoğu ordu ve halk ihtiyaçları için şart olan tesisler, Allah muvaffak etsin acele edin" dedi.

Bunları söyleyen insan birkaç gün önce komadan çıkmıştı.

Sağlığı ile ilgili bir tek kelime etmedi.

Cemal Kutay, Atatürk Olmasaydı

MİLLETE GÜVENİ
Bir gün Müslüman memleketlerden birinde (Mısır’da) bağımsızlık davası için çalışan liderlerden biri, Mustafa Kemal’i görmeye gelmişti, kendisine:

-Bizim hareketin de başına geçmek istemez misiniz ? diye sordu.

Olabilecek bir şey değildi ama, insan yoklamalarını pek seven Mustafa Kemal:

-Yarım milyonun bu uğurda ölür mü ? diye sordu.

Adamcağız yüzüme baka kaldı:

-Fakat paşa hasretleri yarım milyonun ölmesine ne lüzum var ? Başımızda siz olacaksınız ya… dedi.

-Benimle olmaz, beyefendi hazretleri, yalnız benimle olmaz. Ne zaman halkınızın yarım milyonu ölmeye karar verirse o vakit gelip beni ararsınız.

Rıfkı Atay, Çankaya

BİR TÜRK DÜNYAYA BEDELDİR
Ata Kastamonu’yu ziyaret etmişti. Kışlaya da uğramıştı. Koğuşları geziyordu. Her koğuşta birçok vecizeler vardı. Güzel sözlerdi bunlar. Bir koğuşta büyük bir levha yazılmış :

-Bir Türk on düşmana bedeldir.

Atatürk bunu görünce birdenbire durdu, yüzü değişti, gözleri daldı. Sonra sert bir sesle:

-Hayır, hayır… dedi. Bir Türk dünyaya bedeldir.

Zeki Cemal Bakiçelebioğlu

İNGİLİZ KRALI’NA VERİLEN ZİYAFET
İngiliz kralı VIII. Edward İstanbul’a Atatürk’ü ziyarete geldiği zaman, Atatürk kendisine bir akşam ziyafeti vermişti. Ziyafetten önce:

-“Bana İngiltere sarayında verilen ziyafetler ne şekilde olur, onu bilen birisini yahut bir aşçı bulunuz!…” dedi.

Ve nihayet bu sofra merasimini bilen bir zattan öğrenerek sofrayı o şekilde düzene koydular… Akşam kral sofraya oturunca kendisini kral sarayında zannederek memnun oldu. Atatürk’e dönerek:

-“Sizi tebrik eder ve teşekkür ederim. Kendimi İngiltere’de zannettim" diyerek memnuniyetini bildirdi.

Sofraya hep Türk garsonlar hizmet etmekte idi. Bunlardan bir tanesi heyecanlanarak, elindeki büyük bir tabakla birdenbire yere yuvarlandı. Yemekler de halılara dağıldı. Misafirler utançlarından kıpkırmızı kesildiler. Fakat Atatürk Kral’a eğilerek:

-“Bu millete her şeyi öğrettim, fakat uşaklığı öğretemedim!” dedi.

Bütün sofradakiler Atatürk’ün zekasına hayran oldular. Atatürk garsona da “vazifene devam et” emrini verdi.

Enver Behram Şapolyo

MUSTAFA KEMAL HAKİKİ BİR TÜRK MİLLİYETÇİSİ İDİ
Mustafa kemal 5. Orduda Arap ırkından olan askerlere daha özel muamele yapıldığını ve Anadolu çocuklarından daha üstün tutulduklarını gördükçe müteessir oluyordu.

-Osmanlılığın telkin ettiği bu aşağılık duygudan ne zaman kurtulacağız?

diyordu. Aynı ıstırabı bende duyuyordum. Yafa’da Mustafa Kemal’in bölüğünde alaydan yetişmiş Makedonya Türkleri’nden yaşlı bir yüzbaşı vardı. Yüzbaşı Anadolulu kıta çavuşlarına karşı şiddetli davranıyor, yeni erlere karşı ise lüzumundan fazla müsamaha gösteriyordu. Onların azarlanmasına, hırpalanmasına gönlü razı olmuyordu.

Mustafa Kemal, başından geçen bir olayı şöyle anlattı:

-"Bir gün Makedonyalı yüzbaşı, kıta çavuşlarından birini bölük kumandanlığı odasına çağırdı. Müfit ile ben de orada idik. Çavuş sağlam yapılı ve yakışıklı bir Türk delikanlısı idi. Yüzbaşı gencin onurunu kıracak şekilde azarlamaya başladı. Daha ziyade mensup olduğu ırka hücum ediyordu.

-Sen, diyordu, nasıl olurda necip Arap kavmine mensup peygamber efendimizin mübarek soyundan gelen bu çocuklara sert davranır, ağır sözler söylersin? Kendini iyi bil, sen onların ayağına su bile dökemezsin.

Gibi gittikçe manasızlaşan sözlerle hakaret ediyordu. Sesi yükseldikçe yükseliyordu. Çavuşun yüzündeki ifadeye baktım. Önce bir babaya duyulan saygının samimiyeti okunan çizgiler sertleşmeye, içten gelen bir isyanın ateşleri gözlerinden okunmaya başladı, fakat gerçek itaatin sembolü olan Türk askeri gibi iç duygularını gemlemeye çalıştı. Göz pınarlarından tanelenen yaşlar yanaklarından döküldü.

Dayanamadım.

-“Yüzbaşı efendi susunuz!” diye bağırdım, birden şaşırdı, sözlerin bizden onay görmesini beklediği anlaşılıyordu.

-“Yoksa fena bir şey mi söyledim?”

-Evet, çok fena hareket ettiniz, buna hakkınız yok, bu erlerin bağlı bulunduğu Arap kavmi birçok bakımdan necip olabilir, fakat senin de benim de, Müfid’in de ve çavuşun da mensup olduğumuz kavmin de büyük ve asil bir millet olduğu asla inkar edilemez bir gerçektir.

Yüzbaşı başını önüne eğdi, utanmıştı.

Çok yıllar sonra, bir gün Ankara’da beni de şahit göstererek anlattığı bu hakiki olay karşısında görüşü şu idi:

Bu ve buna benzer hadiseler, Türk aydınlarının kendi kendisini bilmemesinden ve başka milletlerde şu veya bu sebeple üstünlük olduğunu sanarak, kendini onlardan aşağı görmesinden doğmaktadır. Bu yanlış görüşe son vermek için Türklüğümüzü bütün asaleti ve tarihi ile tanımak ve tanıtmak şarttır.

Mustafa Kemal’in, Türk Tarih Kurumu’nu kurmasının en büyük nedeni bu asil düşüncede aranmalıdır. Türk Milleti’nin asaletine, büyüklüğüne bütün Türklerin inanmasını ve bunu iftiharla savunmasını hayatı boyunca amaç edinmiştir. Milletine:

-"Ne mutlu Türküm diyene!"

Hitabıyla seslendiği zaman, buna bütün mevcudiyeti ve samimiyeti ile inanmıştı.

Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk

EFELERİN AKŞAMI
Atatürk’ün Ankara’ya ayak basışının yıldönümü halkevinde ilk defa kutlanıyordu. Ankaralıların gönülden kopan kadirşinaslığı ile gündüzden beri heyecan içinde olan Atatürk efelerin oyunundan sonra yanına gelmelerini istedi. Efeleri yakınına konmuş iki sandalyeye oturmağa davet etti.

-Şimdi size soframdakileri tanıtayım. Bu büyük bir alimdir, tarih yazar ve okutur. Bu büyük bir yazıcıdır, olanı ve olacağı dile getirir.

Sofradakilerin hepsi için mahsus iltifat ve mübalağa dolu vasıflar buluyor, keskin, kesin, özlü methiyeler sıralıyordu. Sıra seymenlere geldi onlara döndü ve masadakilere tanıttı:

-Bunlar da, bu dünyanın en kahraman milletinin en yiğit insanlarından. Bana gelince, eğer bundan daha iyi tarihimizi bilmesem, bundan daha iyi dertlerimizi dile getiremeseydim, bundan daha iyi asker, bundan daha iyi hatip ve sizden biraz daha yiğit olmasam başınız olmazdım!

Bir an başını önüne eğdi, biran yüzünde koyu bir pembelik dolaştı gülümseyerek seymenin birine hitap etti:
-Bırak şunu bunu; ne Mustafa Kemal, ne reisicumhur… İkimizde Türk, ikimizde efe… Sen beni bilmiyorsun , ben seni… Dağda karşılaştık; benden korkar mısın, korkmaz mısın?

-Sayende düşmandan korkmadık ki, senden korkalım.

Cevap Atatürk’ün hoşuna gitmemişti : düşmandan tabii korkmayacaksın, düşman bir başka, Türk değil ki korkasın gel bakalım, tam efe misin?

Başını dizine doğru çekti, gel bana desteklik et bakalım, dedi. Ve onun boynuna namlusunu dayadı; duvarın bir yerine nişan almağa başladı kurşun boynunun tüylerini yalayarak geçen seymende hiçbir kımıldama yoktu, oradakiler seymenin korkudan bayıldığını sanıyordu, kurşunlar bitmişti.

Seymen doğruldu, yüzünde ne bir pembelik, ne bir sarılık vardı, hiç titremeyen, belki biran gürleyen ve gülen bir sesle:

-Kurşunlar bitti mi, paşam? diye sordu:

Bu yüzdeki huzuru bir anlık bakışla sezen Atatürk seymenin ata kurşunu insana zarar vermez inancı ile öyle dimdik ve sakin kalabildiğini anlamıştı. Birden tabancayı yere attı, gözlerinden iri yaşlar damlıyordu. Hıçkırıklı bir sesle dedi ki:

-Demin söylediklerim yalandı, yanlıştı. Ben her şey değilim, ben hiçim. Ben hiç olurdum, eğer bu millet bana böyle inanmasaydı. Bu millet kılı kıpırdamadan benim uğruma canını vermeye hazır olmasaydı, ben hiçbir şey yapamazdım.

Atatürk: Denizinden Damlalar, Behçet Kemal Çağlar, sayfa 141-143

BU MİLLETLE NELER YAPILMAZ!..
Atatürk, milletin ruhundaki o sönmez meşaleyi tutuşturmak için Anadolu’yu adım adım dolaştığı 1919 yılıydı. Büyük asker, Erzurum yolundadır. Ilıca’da tunç yüzlü bir ihtiyarla yaptığı enteresan bir görüşmeyi Cevat Dursun oğlu şöyle anlatmaktadır:

"20-30 kişilik bir göçmen kafilesi başında bulunan bu ihtiyar, omuzlarına kartal kanadı attığı paltosu ve elindeki asası ile bir yolcudan çok doğu mitolojisindeki yarı tanrı kabile reislerine benziyordu. Misafirlerin önemli kimseler olduğunu anlayan ihtiyarın zeki gözleri parladı. İri ve ak tüylerle örtülü elini geniş göğsünün üstüne koyarak onları selamladı.

Mustafa Kemal, ta yanı başına kadar geldiği halde heybetliliğinin azametini kaybetmeyen bu ihtiyarın hatırını soruyor, o da gövdesine yaraşan derin ve gür sesiyle teşekkür ediyordu.bu kısa hoş-beşten sonra Paşa ihtiyara:

-Ağa, dedi. Böyle nereden geliyorsun?

-Paşam Rus gelirken göçmen olmuştuk. Çukurova’daydım. Şimdi köyüme dönüyorum.buralara dönmenin pek yerinde olmadığını, kışın sıkıntı çekileceğini anlatmak istedi.sonra da ekledi.

-Ağa, yoksa oralarda geçinemedin mi?

-Hayır paşam, Çukurova cennet gibi bir yer.bir eken yüz alıyor. Son günlerde işittim ki, İstanbul’daki "ırz kırıkları" bizim Erzurum’u Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki ne göreyim, bu namertler kimin malını kimlere veriyorlar?..

Tunç çehreli, beyaz sakallı, gün görmüş ihtiyarın iman dolu göğsünden gelen bu ses, yine onun gibi tunç yüzlü askerin gözlerini yaşarttı.

-Bu eski Türk kalesine millet işi için milletle beraber çalışmaya gelen büyük devlet adamı, yaşlı gözlerle arkadaşlarına döndü:

-Bu milletle neler yapılmaz!..dedi ve sonra ihtiyarla vedalaştı.

(Banoğlu, Niyazi, Ahmet, nükte ve fıkralarla Atatürk, İstanbul, İnkılap Kitapevi, 1981, sh.371-372)

BEN, CUMHURİYETİ BÖYLE KAZANDIM!…
Ankara, 10. Cumhuriyet yılının büyük ve ölçüsüz sevinci içindedir. Şehir, baştanbaşa ışıklarla donatılmıştır. Eğlence yerlerinde her Türk, tam bir şuurla devrimin nimetlerini idrak ederek neşe içinde eğlenmektedir.

Atatürk, resmi baloların verildiği yerlere uğradıktan sonra Halkevi’ne de teşrif ediyor. Orada, milli ve mahalli giysileriyle coşan ve coşturan Türk köylüleriyle karşılaşıyor.

Bir gün bu milleti ve bu memleketi kurtarmak için atıldığı mücadelede kendisine yegane kudret ve kuvvet membaı olan bu temiz yürekli vatan evlatlarının neşelerinden son derece duygulanıyor.Onları bir süre seyrettikten sonra, doğru Çankaya’ya teşrif ediyorlar ve:

-Efeleri buraya getiriniz!.. Emrini buyuruyorlar.

Efelerin Çankaya’da, Atatürk’ün sofrasında nasıl coştuklarını ve nasıl coşturduklarını anlatmaya imkan yoktur. Büyük Ata, sahnenin en heyecanlı bir anında, Ankara efelerinden birine soruyor:

-Efe, sen benim için ne yapabilirsin?

Efe tereddüt etmeden cevap verir:

-Her şey…

-Mesela?..

-Ölürüm…

Şimdi bütün dikkat Atatürk’e çevrilmişti.kimse konuşmuyor, onları dinliyordu. Atatürk, gözlerini etrafındakiler üzerinde bir kez gezdiriyor, sonra:

-Efe, diyor, sözünde samimi misin?

-Emir sizindir, Ata’m.

Atatürk, elini dizinin üstüne vuruyor:

-Koy başını buraya!…

Efe derhal başını Ata’nın dizlerine koydu ve başını koyar koymaz şakağında bir soğuk temas hissetti.bu, Atatürk’ün şakağına dayadığı tabanca namlusunun soğukluğuydu. Efe, bu soğuklukla beraber şakağına dayanmış bir tabanca olduğunu görmüş, fakat en küçük bir harekette bulunmamıştı.

Efe, Ata’sı için ölümü seve seve kabul edebilirdi. Fakat Atatürk, ona kıyacak mıydı?

Bütün yüzlerin rengi bir anda solmuş, heyecan son haddini bulmuştu. Nefes almaktan korkuyorlardı ve gözler Atatürk’ün elindeydi. Tabanca, efenin şakağına dayanmıştı. Fişek sürülmüş ve emniyet açılmıştı. Atatürk, bir saniye bile sürmeyen bu an içinde ve gözle fark edilemeyecek bir hızla tabancanın namlusunu şakağın yanından, belki bir santim kadar kaydırarak tetiği çekiyor.

Derin sükutu yırtan korkunç tabanca sesi…

Kalpler, sanki yerinden kopacak.

Hazır bulunanların hepsinin beti benzi kül rengini almıştır.

Fakat, efenin başı hala Ata’nın dizindedir ve efede en küçük bir kımıldanma yoktur.

Atatürk, efenin başını dizlerinden kaldırıyor, temiz alnını dudaklarına doğru çekiyor ve öpüyor.

Hala biraz önceki havanın tesirinden kurtulamamış olanlara:

-İşte, ben Anadolu Savaşını bunlarla ve böyle canlarını esirgemeyenlerle kazandım, diyor.

(Nükte ve Fıkralarla Atatürk, sh.11-12-13)

HERKESİN MİLLETE İNANMASINI İSTERDİ
Zaferi müteakip yaptığı seyahatte Samsun’a da uğramış, orada öğretmenlerle görüşüyordu.

Öğretmenler adını konuşanların, kendisi hakkında çok sitayişkarane sözler söyleyişlerini, sükunetle dinledikten sonra, onlara şu cevabı vermişti:

-Vatandaşınız olan herhangi bir şahsı, istediğiniz gibi sevebilirsiniz.kardeşiniz gibi, arkadaşınız gibi, babanız gibi, evladınız gibi, sevgiliniz gibi sevebilirsiniz! Fakat bu sevgi, sizi milli varlığınızı, bütün muhabbetlerinize rağmen herhangi bir şahsa, herhangi bir sevdiğinize vermenize sebep olmamalıdır. Bunun aksine hareket kadar büyük hata olmaz. Ben ancak vazifemi yaptım. Bana, bu ilhamı ve kudreti nereden aldığımı soruyorsunuz. cevap olarak diyebilirim ki, bu günkü uyanıklığı, düne, geçmişe borçluyuz. Geçmişte bu milletin çektiklerinden büyük bir ilham ve kudret kaynağı olamaz!.

(Nükte ve Fıktalarla Atatürk, sh.74)

HALK İSTERSE BENİ DE KOVAR !
1935 senesinde idi.Atatürk’ün Çanakkale’ye geleceği rivayetleri dolaşıyordu.

O zamanlar dünyanın bazı yerlerinde olduğu gibi, memleketimizin de bazı bölgelerinde Yahudiler aleyhinde bir hareket ve ayaklanma baş göstermişti.bu hal karşısında bütün Museviler mallarını, mülklerini satarak yolculuğa hazırlanıyorlardı. Bunlar, o zaman rivayet olunduğuna göre Filistin’e gitmek istiyorlardı.

İşte bu sıralarda "Atatürk Çanakkale’ye geliyor"dediler. Çok sevindim. Çünkü Atatürk’ü hiç görmemiştim. Heyecanla Atatürk’ün geleceği Balıkesir caddesine dikildim. Bu esnada yanımda bulunan birkaç Yahudi’nin fısıltı ile pek hararetli olarak konuştuklarını gördüm. Alakadar olmağa vakit kalmadan karşıdan birkaç otomobil göründü."Atatürk geliyor" sözü yeniden ağızdan ağıza dolaştı. Halkın "yaşa, varol!" nidaları arasında Atatürk otomobilinden indi. Alkışlar devam ediyor, o da halkın arasında ilerliyordu. Garip bir tesadüf ve talih eseri olarak Atatürk bizim önümüze gelince hafif bir duraklama yaptı.Halka bakıyor ve kalabalığı selamlıyordu. Tam bu esnada yanımda bulunan ve biraz evvel fısıltı halinde, fakat hareketli konuşan Yahudilerden biri, ileriye doğru yürüdü ve Ata’nın önüne atıldı. Muhafızlar mani olmak istedi. Atatürk:

-Bırakın gelsin! dedi.

Bu Musevi vatandaş, Atatürk’ün önünde ellerini açtı, omuzlarını yukarıya kaldırarak:

-Paşam bizi kovuyorlar.biz ne yapacağız? dedi.

Atatürk bu şekilde önüne atılan bu adamın ne demek istediğini ve kim olduğunu derhal anlamıştı.buna rağmen sordu:

-Sen kimsin?

-Ben paşam, Çanakkale Musevileri’nden Avram Palto.

-Sizi kim kovuyor? Hükümet mi? Kanun mu? Polis mi? Jandarma mı? Bana söyle? dedi.

Bu Musevi vatandaş durakladı, şaşaladı.biraz sonra kendini toparlayarak cevap verdi:

-Hayır paşam, halk kovuyor.

Atatürk, bu adamın yüzüne dikkatle baktı, gülümsedi ve:

-Halk isterse beni de kovar, dedi ve yürüdü.

(Atatürk’ün Nükteleri, Fıkraları, Hatıraları, sh.68)