TB/ MEVLANA CELALEDDİN-İ RUMÎ

 

MEVLANA CELALEDDİN-İ RUMÎ (1207-1273 )

Ünü dünyayı tutan bir mutasavvıf…

700 yıldır, insan yüreklerinde ve kafalarında yaşayan bir fikir ve gönül adamı… Çağının en büyük devrimcisi… İslâm dinine raksı ve musikîyi sokan büyük Müslüman… Mevlânâ Celâleddin-i Rumî, 3 Eylül 1207’de Horasan’ın Belh şehrinde doğdu.

Babası, Sultan-ı ulema Mehmet Burhanettin Veled’dir. Öteden beri bilginler yetiştiren bir aileden geliyordu. Horosan’ın en ünlü bilgini sayılmaktaydı. Oğlu Celâleddin’e daha küçük yaşlarda iken okuyup yazma öğretmiş, bilgisini oğluna aktarmaya çalışmıştı. Bir gün oturduğu şehri terketti ve oğlunu yanına alarak uzun bir geziye çıktı. Belh’den neden ayrıldığı bilinmiyor.

Celâleddin, babası ile birlikte, çeşitli şehirlerde konaklayarak Hicaz’a gitti. Hac farizasını yaptıktan sonra, Şam’a geldiler. Şam’da, Muhittin-i Arabi ile tanıştılar, konuştular. Muhittin-i Arabi’nin, o sıralar henüz 13 yaşındaki Celâleddin’e, babası kadar önem verdiği ve itibar ettiği söylenir.

Yine babası ile birlikte Konya’ya geldi. Doğuda ün yapmış Burhanettin Veled ve karşılaştığı her insanda saygı ve hayranlık uyandıran oğlu Celâleddin, Konya’da fevkalâde karşılandı. Selçuk hükümdarları dahi, verdiği vaazları dinlemişler ve fikirlerinden yararlanmışlardır.

AKILLI BİR DÜŞÜNÜRDÜ

Burhanettin Veled, 6 Şubat 1231’de Konya’da öldü. Babasının yerini oğlu Celâleddin almış, vaaz ve derslerini vermeye başlamıştı. Büyük bir tesir gücü vardı. Eski Yunan tefekkürünü, Sokrat, Eflatun, Aristo’yu Doğu kültürü ile kaynaştırarak yeni bir senteze gittiği içindir ki, bazı Batılı eleştirmenler kendisine "Doğu Rönesansının Kaynağı" gözü ile bakarlar. Akılcı bir düşünürdü ve evrende olup bitenleri, akılcı bir yöntemle açıklıyordu.

Konya’da, babasından çok daha geniş bir ün kazandı. Adı, Anadolu’dan, Selçuk sınırlarından taşmıştı. Ders verdiği öğrencileri, hocalarını tapar gibi seviyorlar ve kendisini "Mevlânâ" diye çağırıyorlardı.

37 yaşına kadar bu böyle sürüp gitti. Fakat ömrünün 37. yılında, günlerden bir gün, Şam’dan bir derviş çıkageldi. Adı, Tebrizli Şems’ti. Kara kalın bir aba giyiyor, ağaç dalından kesilmiş bir âsâ ile dolaşıyordu. Kaynayan kara gözleri vardı ve konuştuğu insanların adeta yüreklerini tutuşturuyordu. Mevlânâ’ya:

"Bu kitapları bırak" dedi ."Onlar, gerçeğin dış kabuğudur. Gerçeğe, akılla değil, yürekle ulaşılır. Bilmediğimiz bir yerden geldik, bilmediğimiz bir yere gidiyoruz. Geldiğimiz yer Tanrı, gideceğimiz yer Tanrı’dır. Ondan koptuk, ona döneceğiz. Ondan getirdiğimiz cevher, aklımızda değil, yüreklerimizde saklı. Sevilecek tek şey Tanrı’dır!. Ona akılla değil, yürekle ulaşabiliriz! Sev öyle ise!. Sev ki, gerçeğe ulaşabilesin!. Bu kitapları okuyanlar, "Enel-hak" diyen en büyük ermiş, Hallacı Mansur’u asmadılar mı?.. O ki, Tanrı’ya ulaşmıştı, sonunda "Tanrı Benim" dedi."

YOLUNU KESTİLER, ÖLÜMLE TEHDİT ETTİLER

Bu fikirleri tanıdıktan sonra, birdenbire değişiverdi Mevlânâ!. Bir anda kitaplarını bıraktı, derslerini, öğrencilerini bıraktı, yalnız Şems’in öğretileri içinde Şems ile yaşamaya başladı.

Çevresindekiler, Şems’i kıskandılar. Şems’i, Mevlânâ’yı ellerinden almış bir şarlatan gibi görüyorlardı. Karanlıkta yolunu kestiler, ölümle tehdit ettiler. Sonunda Şems, bu yüzden tekrar Şam’a döndü. Fakat Mevlânâ, Şems’in yokluğunda; öylesine perişan oldu, öylesine gözyaşı döktü ki, oğlu Sultan Veled, Konya’yı temsil eden 20 kişilik bir heyetle Şam’a gitti, Şems’i buldu ve onu tekrar Konya’ya babasının yanına getirdi.Mevlânâ şiirler söylüyordu:

"Oraya gitme, demedim mi sana,

Seni yalnız ben tanırım, demedim mi?.

Demedim mi bu yokluk yurdunda hayat çeşmesi benim!

Bir gün, kızsan bana, alsan başını, yüz bin yıllık yere gitsen,

Dönüp kavuşacağın yer benim, demedim mi?."

Fakat ne yazık ki, bu beraberlik de uzun sürmedi. Mevlânâ’nın bütün zamanlarını Şems ile geçirmesi, müritlerini ihmal etmesi, bir türlü bağışlanamıyordu. Düşmanlıklar ayaklandı. Yol kesmeler, tehditler aldı yürüdü. Bir gün Şems, ortalıktan kayboldu. Öldürüldü mü, uzak bir yere mi gitti, bilinmiyor.

ÖMRÜ KİTAPLAR VE ŞİİRLERLE GEÇTİ

Mevlana ömrünün yarısını, kitaplar arasında geçirmişti, öteki yarısını da şiirler söyleyerek tüketti.

"Dinle neyden kim hikâyet etmede,

Ayrılıklardan şikâyet etmede"

diye başlayan 25.700 beyitlik Mesnevi’si, çağını çok aşan, günümüzde de insanlara fikir yolları gösteren büyük bir eserdir. Bunun dışında, bütün şiirlerini bir araya getiren "Divan-ı Kebir"i, vardır. Bundan başka, düşüncelerini yansıtan "Fih-i Mafih" ve "Mektubât" ayrı değerde eserleridir.

Mevlâna Celâleddin’i Rumî, 17 Aralık 1273’de öldü. Ölümü, yalnız Konya’da, yalnız Selçuklu ülkesinde değil, çok geniş bir dünya parçasında yankılar yapmıştır. Bugün de dünyanın pek çok ülkelerinde adına kurulmuş dernekler vardır. Her yıl Konya’da yapılan anma toplantılarına, dünyanın her tarafından insanlar gelmekte ve "Şeb-i arûz" törenlerine katılmaktadır. Çünkü o bütün dünya insanlarına sesleniyordu:

"Gene gel gene…

Ne olursan ol!..

İster kâfir ol, ister ateşe tap, ister puta,

İster, yüz kere tövbe etmiş ol,

İster yüz kere bozmuş ol tövbeni.

Umutsuzluk kapısı değil bu kapı!.

Nasılsan, öyle gel!."