Ans/o/ OSMANLI İMPARATORLUĞU 2

OSMANLI DONANMASI:

OsmanLI Devleti’nin ilk zamanlarında İzmit, Gemlik taraflarının ve daha sonra Karasi İli’nin elde edilmesi bu küçük beyliği tabii olarak denizle alakadar etmiş, mükemmel bir donanmaya sahip olan Karasi Beyliği gemilerinden de istifade ederek Rumeli’ye geçilmiş; XI. yüzyıl sonlarında (1390) Gelibolu’da ehemmiyetli bir tersane vücuda getirilmiştir.

Bu ilk devirler Osmanlı denizciliğinin acemilik zamanı olup denizde pek kuvvetli ve mahir olan Venediklilerle boy ölçüşecek kudrette değildi. Bununla beraber bazı başarısızlıklara rağmen günden güne tecrübeli bir Osmanlı denizciliği vücuda gelmekte idi. Çünkü Boğazlara ve Rumeli’ye sahip olan Osmanlıların bu tarafa geçmek için düşmandan emin olacak bir donanmaya sahip olmaları zaruri idi; Varna savaşına geldiği sırada Boğaz tarafının düşman donanması tarafından kapandığını duyan Sultan II. Murad, yolunu değiştirerek İstanbul Boğazı’na gelip külliyetli bir para karşılığında Ceneviz gemileriyle o tarafa geçmişti.

II. Murad zamanında donanma, Trabzon İmparatorluğu’nu denizden tehdit edecek kadar çoğalmış ve güçlenmişti. İstanbul kuşatmasında da Osmanlı donanması başarılı olmamakla beraber, üç yüz parçadan fazla idi.

Sultan Fatih Mehmed İstanbul’u aldıktan sonra burayı Akdeniz’den gelecek bir tehlikeye karşı muhafaza için Çanakkale Boğazı’nı tahkim etmekle beraber Donanmaya da ehemmiyet verdi ve bu sayede İmroz, Limni, Taşoz, Semendirek, Midilli, Eğriboz adaları alındı. Sakız ve Sisam vergiye bağlandı. Bu suretle Anadolu sahilleri emniyet altına girdi.

Akdeniz’de korsanlık eden Kemal Reis’in Osmanlı Devleti hizmetine girmesi donanmada yeni bir canlılık vücuda getirdi.

II. Bayezid devrinde denizcilik daha ziyade gelişti; Memluklerle yapılan savaşta Hersekzade kumandasıyla mühim bir donanma İskenderun sahillerine kadar gönderilmişti. Sultan Yavuz Selim, donanmaya çok ehemmiyet verdi; o tarihe kadar Osmanlıların asıl tersanesi olan Gelibolu’dan başka Haliç’te de mükemmel bir tersane kuruldu. Sultan Kanuni Süleyman, Akdeniz’de İspanyollarla daimi surette mücadele halinde bulunan ve müstakil Cezayir beyi olan Barbaros Hayreddin’i devlet hizmetine çağırdı ve gelir gelmez onu donanmaya komutan yaptı. Hayreddin Paşa’ya ait Cezayir beyliğini yine ona verdi. Tersaneyi yeni tesisat ve ilavelerle genişletti. Bu suretle bu büyük denizci Osmanlı Devleti hizmetine girdikten ve birtakım muvaffakiyetlerden sonra İspanyolların meşhur denizcisi ve Akdeniz hakimi Andrea Doria’ya Preveze’de vurduğu darbe ile dehasını gösterdi. Osmanlı Devleti bu suretle karadaki hakimiyetine ilave olarak deniz hakimiyetini de elde etti.

Osmanlı Devleti karada olduğu gibi denizde de yardım etmek suretiyle Fransa Krallığı’nı büyük bir tehlikeden kurtardı. Bu yardım Fransa Kralı I. Fransuva’nın hasmı olan Alman İmparatoru V. Şarl (Şarlken)’ın vefatından sonra da devam etti. Batı Akdeniz sularına giden Barbaros, Nis’i aldı; Turgut Reis ve Kaptan Piyale Paşa da Fransızlara yardım etmek suretiyle aradaki ittifaka riayet edildi.

Osmanlı donanması yalnız Gelibolu ve İstanbul’da yapılmayıp Karadeniz, Marmara Denizi ve Akdeniz’deki inşaat tezgahlarında da yapılırdı; Karadeniz’de Sinop, Çayağzı, Kefken Adası; Rumeli sahilinde Varna, Burgaz, Ahyolu ve Tuna kenarında Rusçuk; Marmara Denizi’nde İzmit, Gemlik, Edincik, Karabiga ve Ege Denizi’nde bazı adalarla Edremit, Ayasluğ (Selçuk), Milas (Küllük); Akdeniz’de Bodrum, Antalya, Alaiye ve Rodos Adası bunlardan bir kısmıdır.

Osmanlılar gemi levazımatı olan yelken, halat, zift, kürek, tel, gemi demiri v.s. tedarik için ocaklık olarak yani daimi surette bunları hazırlayıcı bir teşkilata sahip olduklarından gerek gemi yapmak ve gerek bunların eşyasını tedarik hususunda asla sıkıntı çekmezlerdi.

Devlet merkezindeki tersanede padişaha ait hasbahçeden bir miktar ayrılmak suretiyle fazla gemi yapılmak için mevcut kızakların miktarı arttırıldığı gibi Karadeniz’de Sinop, Amasra, Kandıra, Kefken, Midye, Varna, Ahyolu, Süzebolu, Burgaz, Marmara Denizi’nde, İzmit Gemlik, Biga, Gelibolu; Doğu Akdeniz’de Edremit, Rodos, Antalya ve Alaiye ve diğer bazı limanlarda gemi yapımına başlandı; yalnız Sinop’ta on yedi kadırga yapılıyordu. Diğer yerler, kendi kabiliyetlerine göre kadırga yapmakta idiler. Gemi yapmakta olan her yere lazım olan kereste, gemi demiri, zift, kürek, yelkenbezi, halat vesair levazımat için bu malzemeyi hazırlamak ile mükellef ocaklık mıntıkalara da aynı zamanda emirler verildi. Bir taraftan gemileri kalafatlamak için kalafatçılar tedarik olunurken diğer taraftan da gemilere kürekçi ve tüfenkendaz efrad hazırlanmakta idi.

Osmanlı donanmasında kullanılmış olan gemiler ilk devirlerde kürekli iken daha sonraki tarihlerde yani XVI. yüzyıldan itibaren aralarına az miktarda da olsa nakliyat için yelkenli gemiler karışmış ve XVII. yüzyıl sonlarında yelkenliler esas olmuştur.

Osmanlı donanmasının kürekli kısmı en başta kadırga olarak belli başlı kalite, firkate, kırlangıç vesaire gibi nevileri vardı; bunlar tek anbarlı idi. Bu gemilerden en büyüğü olan kadırga yelken devrine kadar Osmanlı donanmasının esasını teşkil etmişti.

Osmanlı kadırgaları bilhassa XVII. yüzyılda pek hafif ve süratli olup mahir kürekçilerle pek seri manevra yaparlardı; kadırgaların yüz doksan altı kürekçisi ile yüz cenkçisi ve üç topu vardı.

Osmanlıların Haliç’teki tersane mevkiinden başka İzmit, Gemlik ve diğer bazı Marmara sahilleriyle Karadeniz’de Sinop ve Batı Karadeniz’in bazı sahillerinde, Ege sahilleriyle Antalya, Alaiye taraflarında ve bazı adalarda bulunan gemi yapan tezgahlarda, o tezgahların vüsatlerine göre gemi yapılırdı. Osmanlı hükumeti gemi yapmak, gemiyi donatmak için muhtelif yerleri ocaklık olarak tayin etmişti. Bu mıntıkalar verimlerine göre kereste, çivi, kendir, yelken bezi, tente, kürek, zift vesaire gibi eşya imaline mahsus ocaklara ayrılıp miktarı muayyen olan şeyleri bedeli karşılığında her sene Tersane’ye vermekle mükellef olup bu hizmetlerine karşılık kendilerine bazı muafiyetler temin edilmişti.

Osmanlılarda kadırgalarda hizmet eden gemi kaptanı veya reisleriyle azab, dümenci, yelkenci, kumbaracı, kalafatçı, dülger, topçu ve vardiyan denilen donanma çavuşlarına Tersane halkı denilirdi.

Tersane halkından başka savaş zamanında gemilere yeniçeri ve topçu ile tersaneye bağlı olan bey sancaklarının tımarlı sipahileri de donanmaya girerlerdi. Bunlardan başka Kapıkulu süvarisinden ulufecilerle garipler yani dört bölükten de donanmaya muharip efrad alınırdı.

Kaptan paşa veya kaptan-ı derya umum donanma kumandanı olup bundan başka gemilerin tamamen teçhizi ile tersanenin bütün gelir ve giderleriyle, alım- satım işlerinden mesul olan tersane kethüdası kalyonların taamümüne kadar vis amiral (tüm amiral) mevkiinde idi. Kaptan paşadan sonra tersanenin en büyük amiri bu idi. Bunlardan başka tersane ağası, Uman reisi, tersane muhasebecisi vesaire geliyordu. Donanma ümerası denilen sancak beyleri, kaptan paşa eyaletine bağlı derya beyleri olup kalyon devrinde bu tarz değişmiştir.

Karlofça Antlaşması’ndan sonra (1699) Amcazade ve Mezomorto Hüseyin paşaların gayretleriyle ıslah edilen Osmanlı donanması, Akdeniz’in en kuvvetli donanmasına sahip olan Venediklilere karşı üstün vaziyet almış olup bu sayede Akdeniz sahil ve adalarında sükun ve emniyet sağlanmıştı; Bu sükun 1769 senesine kadar devam etmiş ve Osmanlı- Rus Savaşı sırasında Baltık Denizi’ndeki Rus donanmasının Akdeniz’e geçerek Çeşme Limanı’nda Osmanlı donanmasını yakması üzerine vaziyet nazikleşmiş ve Cezayirli Hasan Paşa’nın kaptan-ı derya tayini üzerine Rusların Çanakkale Boğazı’na taarruzları önlenmiş ise de Doğu Akdeniz ve Adaları barışa kadar Rus donanmasının nüfuzu altında kalmıştı.

XVIII. asır sonundan itibaren Osmanlı hükumeti Karadeniz ve Akdeniz’de savaşacak kuvvette donanma tedarikine mecbur olup bunun için de Sultan III. Selim’in kaptan paşalığa getirdiği Küçük Hüseyin Paşa ve İngiliz, İsveç mütehassıslarının faaliyetleri sayesinde bu işi başarmaya kısmen muvaffak olmuş ve iyi bir donanma vücuda getirmiştir.

III. Selim, donanmayı perişan bir halde buldu. Tersanelerin çoğu çalışmıyordu. Gemi yapımı çok azalmıştı. Gemilerin üstünde ve içinde savaşa yaramayan kulübeler ve bölmeler yapmak itiyadı yüzünden mevcut gemiler de işe yaramıyordu. Büyük gemilerin kaptanları deniz savaş tekniğinin en basit kaidelerini bilmezlerdi. Bu kaptanlıklar çok kere para kuvvetiyle elde edilirdi. Deniz erleri, tarlasından zorla alınmış köylülerle, sokaklardan toplanmış aceze ve dilencilerden ibaretti. Kaptanlar erlerin maaşlarını elde etmek için bu usulü ihtiyar etmeyi şahsi menfaatlerine uygun buluyorlardı. Sözün kısası, Osmanlı denizciliğinde düzensizlik, hırsızlık, cehalet, ihmaller hamiyetsizlik diz boyunu aşmıştı.

III. Selim donanmayı düzene koymak ödevini baş-çuhadan Küçük Hüseyin Paşa’ya verdi. Hüseyin Paşa, denizcilik işlerini bir kanunnameye bağladı. Kaptanlar sınavdan geçirildi, ehliyetsizler atıldı. Deniz erleri için muayene ile alınma ve öğretim ile yetiştirilme metodu kabul edildi. Fransa ve İsveç’ten mühendisler getirildi. Tamamen veya kısmen çalışmaz durumda olan 15 tersane faaliyete getirildi. Bu tersanelerde 45 parça gemi yapıldı. Bu gemilerin subay ve er sayısı 20495 idi. Sözün kısası, Selim devrinin sonlarına doğru Osmanlı donanması, 27 büyük savaş gemisiyle 27 fregattan kurulmakta idi.

III. Selim devrinde Tersane-i Amire yerine Umur-ı Bahriye Nezareti’nin kurulması için kanunname çıkarılmış ise de tatbik edilememiştir.

II. Mahmud devrinde ise donanma tamamen ihmal edilmiş ve Yunan isyanları sırasında Rumların silahlandırılmış ticaret gemilerine karşı duracak savaş gemisi bile çıkarılamamıştı. Mısır valisi Mehmed Ali Paşa’dan yardım istenmişti. 1830’da, müstakil bir Yunan devletinin kurulması üzerine bahriyenin ıslahı önemle ele alınmak lazım gelirken bu dahi yapılamamıştı. Abdülmecid devrinde de donanma ihmal edilmiş durumundan kurtarılamamıştır. 1853’de, Rus filosu Osmanlı savaş gemilerinin önemli bir kısmını tahrip edince, deniz kuvvetleri acınacak duruma girmişti. Acınacak halde olan yalnız deniz kuvvetleri değildi. Bu kuvvetlerle alakalı bulunan Deniz Okulu ve tersaneler de aynı durumda idi. Kırım savaşı sırasında (1854) Osmanlı bahriyesinde, müşavir olarak hizmet etmiş olan S. Adolphus Slade iltiması, rüşvet ve irtişanın tam manasıyla hüküm sürdüğünü yazmaktadır. 1856’da imzalanan Paris Antlaşması’yla Karadeniz, Osmanlı Rusya için tarafsız bir hale getirildiğinden bu denizdeki tersaneler de tamamıyla atıl bir halde bırakılmış ve Osmanlıların Karadeniz filosu namıyla bir filoları kalmamıştı.

Abdülaziz tahta çıktığı günden beri, orduya olduğu gibi donanmaya da ehemmiyet verdi. 1863-1864 yılında kendisine bütçeden ayrılmış olan tahsisatın yarısını donanmanın ıslahına tahsis etti. Fakat, ortaya yeni ve kudretli bir donanma çıkarmak kolay değildi. İlk merhalede İstanbul ve İzmit tersanelerinin ıslahına girişilmekle yetinildi. Zaten birkaç yıldan beri savaş gemisi inşaatında büyük bir gelişme olmuştu. Avrupa devletleri, ahşap gemi usulünü terk ederek zırhlı inşasına girişmişlerdi. Bu inşaat ise pahalıya mal oluyordu. Osmanlı Devleti para sıkıntısı içinde bulunduğu için muhtaç olduğu zırhlıları borçlanmak suretiyle ve İngiltere’den satın alarak temin etmek zorunda kaldı. 1866’da patlak veren Girit isyanı sırasında birkaç Yunan gemisinin, Osmanlı savaş gemilerini müşkül durumda bıraktığı hayretle görüldü. Osmanlı donanmasında eksik olan ne vasıta, ne de asker ve mürettebat idi. Eksik olan bilgi ve tecrübe idi.

Nitekim söz konusu isyan esnasında, bir Osmanlı gemisi süvarisi Portsait limanını bir diğeri de Yafa limanını aradıkları halde bulamamışlardı. Bu yönden Osmanlı gemicileri hala, XVIII. yüzyılın ikinci yarısında Baron de Tott’un Mühendishane-i Bahri-i Hümayun’u kurduğu sıradaki seviyede idiler. Heybeliada’daki deniz okulunun kadrosu zayıf ve idaresi kötü idi. Deniz erlerinin Müslüman olması prensibi kabul edilmiş olmasına rağmen ticaret gemilerinde çalışmış olan Rum mürettebattan da faydalanılmakta idi.

Osmanlı donanması Abdülaziz devrinin sonlarına doğru 30 zırhlı ve 76 ahşap gemi olmak üzere 106 gemiden ibaretti. Zırhlıların erat toplamı 10.920, top sayısı 173 idi. Ahşap gemilere gelince, erat toplamı 15.188, top sayısı 486 idi. Bundan başka donanma hizmetinde yelkenli harp gemisi de vardı. Yabancılardan borç alınan para ile meydana getirilmiş olan bu filo, devrinin üçüncü filosu olmakla şöhret kazanmıştı. Fakat bu şöhret gemi sayısının temsil ettiği değer yönündendi.

OSMANLI EDEBİYATI:

Anadolu topraklarında yaşamakta olan tasavvuf edebiyatı, yeni kurulan Osmanlı Beyliği’ni derinden etkilemiştir. Halkın anladığı dilde eserler veren bu sanatçılar, tekke edebiyatı da denilen ekolün öncüleridir. Bunlar, Yunus Emre’nin izinde giden, Aşık Paşa, Nesimi, Kadı Burhaneddin, Hacı Bayram Veli, Ahmed Dai ve Gülşehri’dir. Bu dönemde köyle şehir, halkla yüksek zümre birbirinden ayrılmamıştır. XIV. ve XV. yüzyıllarda İran sanatçılarını izlemeye başlayan Ahmedi, Şeyhi gibi şairler, tasavvuf edebiyatından uzaklaşarak, Saray’da medrese ve konaklarda kabul gören yeni bir tür edebiyata öncülük ettiler. Bu yüzden tasavvufi tekke edebiyatının yanında, aşık edebiyatı da denilen bir tür gelişti. İstanbul’un fethiyle başlayan dönemde, edebiyattaki İran etkisi iyice belirginleşti. Bu dönemin en önemli edebiyatçıları şunlardır: Molla Cami, Baki, Fuzuli, Havreti, Hayali, Nevi. Bunların yanında Osmanlı Hanedanı’na mensup, Sultan Fatih Mehmed, Avni mahlasıyla; Cem Sultan; II. Bayezid, Adli mahlasıyla; Sultan Yavuz Selim; Sultan Kanuni Süleyman, Muhibbi mahlasıyla şiirler yazmışlardır. Böylece divan edebiyatının kalıplaşmış geleneklere bağlı ustaları yetişmeye başlamıştır. XVII. yüzyılda İran etkisi güçlenerek sürmüştür. Bu yüzyılın önemli edebiyatçıları; Nefi, Nabi, Fehim, Haleti, Naimi, Nedimi, Neşati, Şeyhülislam Yahya Efendi, Niyazi Mısri’dir. Yazılan eserlerde, lirik şiirler için başta gazel olmak üzere müstezat, kıta ve musammatlar, övgü alanında kaside, manzum hikayeler anlatımında mesnevi, kısa nükteli şiirler için tuyuğ ve rubai biçimleri kullanıldı. Bunların dışında vakanüvislik alanında önemli eserler verildi. Başlıcaları; Silahdar Mehmed Efendi’nin, Naima’nın, Peçevi’nin, Katip Çelebi’nin tarihleri ve Koçi Bey’in Risalesi’dir. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi de bu yüzyılın önemli eserleri arasında sayılır. Halk edebiyatının en ünlüleri ise, Kuloğlu, Katibi, Kayıkçı Kul Mustafa, Aşık Üsküdari, Aşık Halil, Aşık İbrahim, Kul Deveci, Aşık Hasan, Gevheri, Aşık Ömer ve Karacaoğlan’dır.

XVIII. yüzyılda edebiyatçılar İran etkisinden kurtularak yeni kaynaklardan faydalanmaya başladılar. Kendi toplum özelliklerinin öne çıkmaya başladığı bu dönemde yetişen başlıca sanatçılar: Nedim, Enderunlu Vasıf, Enderunlu Fazıl, Esrar Dede, Fıtnat Hanım, Haşmet, Kani, Koca Ragıp Paşa, Sümbülzade Vehbi, Sururi, Şeyh Galib ve Yirmisekiz Çelebi Mehmed’dir.

XIX. yüzyılda divan edebiyata alanında eser veren önemli sanatçılar yetişmedi. Bu dönemde aruz vezniyle, divan edebiyatı etkisinde eserler vermeye başlayan halk şairleri görülür. Bunların başlıcaları: Zihni, Seyrani, Dertli, Erzurumlu Emrah ve Dadaloğlu’dur. Bundan sonra görülen Tanzimat edebiyatı ve Edebiyat-ı Cedide akımları, Osmanlı edebiyatının batılılaşma yolundaki önemli dönüm noktalarıdır. Artık doğunun kendine has konuları ve anlayışları terk edilerek, yerine Avrupa’nın edebiyat anlayışı inşa edilmeye çalışılmıştır.

OSMANLI HÜKUMET TEŞKİLATI:

Osmanlı Devleti’nde, hükumetin başı veziriazamdır (Sonradan sadrazam denildi). Padişahın mutlak vekilidir. Sefere çıkarsa padişaha eşit bütün yetkilerini kullanırdı. Devletin her türlü işinden sorumlu en yüksek görevlidir. Silahlı kuvvetler, ordu ve donanma doğrudan doğruya ona bağlı ve ona karşı sorumludur. Kendisi yalnız padişaha hesap verir. Padişah gibi yasa ve geleneklere kayıtlıdır. "Divan-ı Hümayun" denen bakanlar kurulunun kararlarını uygulamakla görevlidir.

Sadrazam olmak için hiç bir kayıt, nesep, tahsil şartı yoktur. Vezir payesine yükselmiş devlet adamları arasından, padişahça seçilir. Sadrazamın İslam dininden olması şarttır. Vezirliğe kadar gelebilen bir Müslüman vatandaş için sadaret yolu açıktır.

Padişah kızları sultanlar ile evlenen sadrazamlara "Damad-ı Hazret-i Şeyhriyari" denirdi.

Osmanlı hükumetine "Divan-ı Hümayun" denirdi (Sonradan Babıali denildi). Başkanı sadrazamdır. Fatih’ten itibaren padişahın hükumet toplantılarına başkanlık etmesi yasaklanarak devlet ve hükumet başkanlıkları kesin şekilde ayrılmıştır. Divan-ı Hümayun kararlarının temyizi, değiştirilmesi mümkün değildi, mutlak kararlardı.

Divan-ı Hümayun’da sayıları 5 olan (bazen 8’e kadar çıkan) "kubbe vezirleri" vardı. Kıdem sırası rütbenin önündeki mutlak sayıyla ölçülürdü. Sayı küçüldükçe rütbe büyürdü. Buna göre 2. vezir sadrazamlığa en yakın olandır. Hükumetin diğer üyeleri şunlardı: Kapdan-ı derya, sadaret kethüdası (içişleri bakanı), yeniçeri ağası, Rumeli ve Anadolu kazaskerleri (şeyhülislamın yardımcıları), nişancı, başdefterdar (maliye bakanı), reisülküttap (dışişleri bakanı). Şeyhülislam, Divan üyesi değildi. Hem eğitim, hem adalet, hem vakıflar, hem diyanet işleri bakanı olan şeyhülislam ayrıca bir divan kurardı.

Divan-ı Hümayun’un yargı yetkisi vardı. Kararları temyiz edilemeyen devlet mahkemesi olarak da çalışırdı. Davalara açık oturumlarda bakılırdı. Divan’a getirilen davaları, Rumeli ve Anadolu kazaskerleri idare eder ve kararlar çoğunluğun oyuyla alınırdı.

Divan-ı Hümayun zabıtlarını 100 divan katibi tutardı. Vesikalarda tahrifat yapmak ve konuşulanları dışarıda duyurmanın cezası idamdı.

Dışişleri ile bizzat padişah ve Divan uğraşırdı. Fakat dışişlerinin teknik işleri 1453’ten 1650’ye kadar nişancıya, bu tarihten sonra da reisülküttaba aitti. 1650’ye kadar reisülküttab dışişleri genel sekreteri veya müsteşarı yerindeydi. 1650’den sonra beylikçi denilen yüksek görevli, dışişleri genel sekreteridir. 120 katib ve görevliden müteşekkil bir büro, beylikçinin emrindeydi. Ayrıca pek çok dil için mütercimler kullanılırdı.

1836’da reisülküttaba "hariciye nazırı" ve sadaret kethüdasına "dahiliye nazırı", başdefterdara "maliye nazırı" da denilmiştir.

"Hazine-i Evrak" denen devlet arşivi, nişancının emrindeydi. Zayi edilmesine rağmen bu arşiv, bugün de dünyanın en büyük bir kaç arşivinden biridir.

OSMANLI MİMARİSİ:

Osmanlı mimarisi, kendinden önceki kültürlerden aldığı unsurları bünyesi içerisinde eriterek, yeni özgün bir yapı ortaya çıkarmıştır.

ÜslUp bakımından Osmanlı mimarisi, dört döneme ayrılır.

1-Başlangıç devri (1300-1453): Bu dönem Osmanlı mimarisinin hazırlık dönemidir. Bu dönemde, etkisi altında kalınan kültürler, özellikle Anadolu Selçuklularının kullandığı unsurlar belirgindir. Cami mimarisinde üç plan tipi görülür; A- Tek kubbeli camiler (Yeşil Cami- İznik), B- Payeli çok kubbeli camiler (Ulucami- Bursa), C- Zaviyeli camiler (Orhan Camii- Bursa). Bunlardan başka, başlangıç dönemiyle klasik dönem arasında köprü olan yapılar vardır. Bunlara örnek olarak, Edirne’deki Üçşerefeli Camii gösterilebilir. Burada en önemli yenilik o devre kadar görülmeyen iç avlu ve revaklar ile mekanın büyük bir kubbe ile örtülmesidir.

2. Klasik devir (1453- 1720): Osmanlı mimarisi bu dönemde, başlangıç devrinden aldığı bilgileri yoğurarak yeni sonuçlara ulaştı. Bu dönem mimarisi Bayezid Camii ile başlar. Başlangıç döneminde kullanılan, çok kubbeli plan klasik dönemin başlarında da bir süre devam etti. Zincirlikuyu Camii, Piyalepaşa Camii, söz konusu unsurları taşımaktadır. Klasik planda; eksen üzerine sıralanan ana kubbe ile iki yarım kubbe ve yanlarında kubbealtı sahnından paye ve sütunlarla ayrılmış kubbeli bölümler görülür. İlk defa geniş mekan anlayışı uygulandı. Bu dönem Mimar Sinan’la doruk noktasına çıkmıştır. Edirne’de Selimiye Camii, Üsküdar’da Mihrimah Sultan Camii bu dönemde yapılan çok sayıdaki esere örnek gösterilebilir.

3-Dış tesirler devri (1720-1890): Bu dönem mimarisinde, Osmanlı sanatı geleneklerine Batı unsurları girmiştir. Yapılarda görülen aşırı süslemenin başlıca

konusu, döneme sembol olan lale motifidir. Önceki dönemlerde yapılan çok sayıdaki camiler, bu dönemde yerini, köşklere ve kasırlara bıraktı. Avrupa üslubu olan barok stilin hakim olduğu yapılar görülmeye başlandı. İstanbul’daki Laleli Camii ve Nuruosmaniye Camii bu döneme örnek teşkil eder. Barok devirde saray, çeşme ve sebil yapımı Lale devrinde olduğu gibi ön plana çıktı. Barok ve ampir üslubu karışımı olan Dolmabahçe Sarayı, kendi anlayışındaki tek eserdir. Bunlardan başka, Aksaray Valide Camii’nde klasik unsurlarla gotik unsurlar bir arada kullanılmıştır.

4-Neo-klasik devir (1890-1930): Bu dönemde yapılan eserlerde, eskiye dönerek milli bir mimari yaratma çabalarının izleri görülür. Bu çerçeve içinde düşünülen yapılar, karakter ve çeşit bakımından üç bölüme ayrılır: A- Dini mimari: Camiler, namazgahlar, tarikat yapıları, mezarlar ve türbeler bu gruba girer.

B- Sivil mimari: Sıbyan mektepleri, darüsşifalar, çeşmeler, sebiller, aşhaneler, imaretler, tabhaneler, hamamlar, bentler, su tesisleri, selsebiller, kütüphaneler, bedestenler, saraylar, konaklar, yalılar, köşkler bu gruba girer. C- Askeri mimari: Kaleler, şehir surları, kışlalar, tophane, baruthane, köprü, tersane ve limanlar da bu bölüm içerisindedir.

Bu ayırım dışında külliye denilen yapılar vardır. Bunlar bir cami etrafında toplanan, medrese, aşhane, darüşşifa ve kütüphane gibi binalardan meydana gelmiştir. Bu yapılar şehrin, en önemli dini, kültürel ve sosyal merkezini teşkil ederlerdi.

OSMANLI MUSİKİSİ:

Osmanlı musikisi, Doğu musikisi içerisinde bir ekoldür. Osmanlılar bu alanda değerli ürünler vermişlerdir. Ancak musiki ilminin, ustadan çırağa geçen öğrenim zinciri geleneği, bu konuda ayrıntılı eserlerin günümüze kadar gelmesini engellemiştir. Bugün elde bulunan en eski eserler: Safiyüddin Abdülmümin Urmevi’nin (?-1294) remel usulündeki Nevruz bestesi; Mevlana’nın oğlu Sultan Veled’in (1226-1312) Devr-i Kebir Acem Peşrevi ile sengin semai usulünde üç hanelik Irak Saz Semaisi’dir. Elimizde XIV. yüzyıldan kalma hiçbir eser yoktur. XV. yüzyılın başlıca bestekarları ise Emir Ali Şir Nevai, Aydınlı Halveti şeyhi Ömer Ruşeni Ebulgazi, Sultan Hüseyin Baykara Mirza, Sultan II. Bayezid, Gulam Sadi ve Abdülkadir Meragi İbnü’l-Gayb’dır. İstanbul’un alınmasından sonra Topkapı Sarayı’na taşınan Enderun’da musiki bir tür okullaşma imkanı bulmuştur. Ayrıca halkın bütün güzellikleri orada bulduğu tekkeler ve seçkinlerin kimi konaklarda yaptıkları toplantılar, Osmanlı musikisi için hayat kaynakları olmuştur. XVI. yüzyılın başlıca bestekarları: Şehzade Sultan Ebulhayr Mehmed Korkud, Neferi Behram Ağa, Hasan Can Çelebi, Şeyh Abdül Ali Efendi, Kemençeci Şah Kulu, Tamburi Hacı Kasım, Gazi II. Giray’dır.

XVII. yüzyıl Osmanlı musikisi için verimli bir dönemdir. Bu dönemden günümüze binin üzerinde eser kalmıştır. Bu dönemin en önemli bestekarları: Itri, Sultan IV. Murad, Benli Hasan Ağa, Şeyh Köçek Mustafa Dede, Selim Giray ve Çoban Giray’dır. XVIII. yüzyılın başlıca bestekarları olarak, Şakır Ağa, Sadullah Ağa, III. Selim ve Hamamizade İsmail Dede Efendi sayılabilir. XIX. yüzyılın ünlü bestekarlarıysa Zekai Dede Efendi, İsmail Efendi, Mustafa İzzet Efendi, Tamburi Ali Efendi, Zeki Mehmed Ağa’dan başka Şevki Bey, Hacı Arif Bey, Rahmi Bey, Tamburi Cemil Bey, Mahmud Celalleddin Paşa sayılır.

OSMANLI ORDUSU:

Bütün devletlerin kuruluşunun temelinde askeri başarı yatar. Büyük devletlerde askeri başarı şarttır. Türk ordusunda da gaza ve zafer fikri, iman halinde olduğu için, millet, cihan devleti sahibi olabilmiştir. Türk ordusunu yenilmez kılan hususların ikincisi, büyük askeri disiplin ve Padişah’a Tanrı’ya itaat eder gibi tabi olmaktır. Osmanlı ordusu, XVIII. yüzyılda bu disiplin ve imanı yitirdiği için imparatorluk, çok sağlam temellerine rağmen, kendisini savunamaz hale geldi. Nihayet II. Mahmud, 1826’da bu silahlı sürüyü ortadan kaldırarak modern orduyu kurmak zorunda kaldı.

Türk ordusunun tarih sahnesinde belirdiği M.Ö. III. asırdan, Teoman ve Mete’den beri disiplini, dünyaca meşhurdur. Bu disiplin, Türk ordusunu muzaffer, Türk milletini müreffeh, Türk Devleti’ni cihan-şümul kılmıştır. Osmanlı Türkiyesi’nde, bilhassa XIV-XVI. yüzyıllarda bu disiplin, yeryüzünde eşsizdi. Zaten bu disiplin sayesinde Osmanlı, bir cihan imparatorluğu haline gelmiştir.

Türk askeri cengaverliği, kahramanlık, disiplin ve devlet aşkı gibi üç büyük hasletle birleştirebildiği için başarılıydı. Zira bu hasletlerle birleşmeyen vuruşkanlık, hiç bir işe yaramaz, netice vermezdi.

İşte bunun gibi teknik ve manevi bir çok sebepten dolayı, Türk ordusu, asırlarca, üstün ve dünyanın birinci ordusu idi. Bu disiplin ve üstünlük duygusu yılların şekillendirdiği bir şuurdan kaynaklanıyordu. Üstün dinin, cihan devletinin, en yüce ve ulu hükümdarın tebası olduğuna iman şeklinde inanmıştır. 1770’den itibaren bu inanç zayıflamaya ve doğru da olmadığı anlaşılmaya başlanmış, hem manevi ortam sarsılmış, hem ileri savaş tekniği başkalarına geçmiştir. Fakat Türk toplumu daha uzun yıllar bu gerçeğin eskisi gibi olmadığı gerçeğini inkar etmiştir. İnkılapçı padişahların ve vezirlerin başını yiyen, bu devrin değiştiğini fark edemeyen inanç olmuştur.

II. Osman ve III. Selim bu uğurda kelle vermişlerdir. Bu milli şuur ve gurur, XX. asırda bile Türklerin işine yaramıştır. Atatürk, son nefesine kadar, bu şuuru canlı tutmayı her şeyden çok gözetmiş, bu şuurla Milli Mücadele’den sağ ve salim çıkmak mümkün olmuştur.

Bu demektir ki, mükemmel bir ordu için manevi güçler mutlaka gereklidir. Fakat netice almak için yetmez. Teknik donatım ordunun diğer kanadıdır ki, bu iki kanattan birinde aksaklık olursa, ayaklar yerden kesilemez. Teknik donatım ise, geniş ölçüde iktisadi ve mali güce dayanır. Bu gücü kaybettiği nispette Osmanlı Devleti, ordusunu eskisi gibi donatamamıştır.

Ordunun iaşesi dünya standartlarının üzerindeydi ve tabii bu da mali güce dayanıyordu. Daha önceleri devlet güçlü ve zengin olduğu için ordunun iaşe işi iyi düzenlenmiş, asker halkın sırtından geçinmiyordu. Sırp tarihçisi Mihail Konstantinoviç eserinde "Bir Türk askeri, Hıristiyan köylüden zorla bir tavuk alır veya atını köylünün tarlasına koyuverirse, idamla cezalandırılır" diye belirtir.

Maddi unsurlardan çok ehemmiyet verilen diğer ikisi, haber alma ve haberleşme idi. Askeri yollar (İstanbul- Budin, İstanbul- Bağdat, İstanbul- Erzurum, İstanbul Kahire vs.) çok bakımlı tutulurdu. Bu yolların üzerindeki köprüler, geçitler, tüneller sıkı muhafaza altında idi. Bu yollar üzerinde su depoları ve buzhaneler yapılmıştı. Barış zamanında her yolcu istediği konakta bedava buz alabilir ve buzlu su içerdi. Kont Marsigli şöyle yazar: "Osmanlı ordusunun bu yürüyüş kudretinin sebebi, yemeklerinin iyi olması ve hayvanlarına iyi bakılması ve bütün bunların bizimkilere nazaran daha muntazam ve daha düzenli teşkilatlanmış bulunmasıdır."

Ağırlıklar denizden, su yoluyla ve kara yoluyla nakledilirdi. Su yolu olarak kullanılan ve üzerinde çok yoğun trafik bulunan Türk akarsularının başlıcaları başta Tuna olmak üzere, Fırat, Dicle ve Nil idi. Bunlar daima tasviye edilir, bakımlı tutulurdu.

Binicilikte ve ok atmada da Türk ordusu son derece üstündü. Daha doğrusu Osmanlı ordusu atlı bir ordu idi. İngiliz Amirali Sir Adolp’un dediği gibi (1827) Türk süvarisi savaşta adeta spor yaparcasına savaşırdı. Amiral Türk süvarisini şöyle anlatır: "Kelefçe savaşında Türk süvarilerini gördüm. Açıkta Türk süvarilerini karşılayamayacağını anlayan Ruslar, bu defa müstahkem tabyalarının arkasına sinerek Türk süvarisini beklemeye ve onları müstahkem siperlerin önünde kırmaya karar verdiler. Türk süvarisi, bu defa da taarruza geçmekten çekinmedi. Ölümden zerrece korkulan olmadığı aşikardı. Rus siperlerine doğru yaklaştılar. Siperlere az kala atlarını dizginleyip bir an siperlerin ardındaki Rus Kazak süvarilerine küfrediyor, onları kızdırıp siperlerden çıkarmak istiyorlardı. Siperlerin önünde bir an kalıp derhal çekildikleri için isabet almıyorlardı. Adeta şehir meydanında cirit oynuyorlardı. Bu yaptıkları, artık süvariliğe bile sığar şey değildi, tam manasıyla at canbazlığı idi. Kaldı ki bu süvariler Osmanlı ordusunun artık bozulmaya yüz tutmuş döneminin savaşçılarıydı.

XIX. yüzyılda böyle olan bir süvarinin, XVI. yüzyılda ne olduğu kolayca anlaşılır. Fakat XVII. yüzyıldan sonra savaşın mukadderatı artık süvaride değildi, piyadeye geçmişti.

Savaş önce politik sonra da lojistik bakımdan hazırlanırdı. Bütün bu çalışmalar tam bir gizlilik içinde cereyan eder, hedefin neresi olduğu son ana kadar bilinmezdi. Bunun dışında Avrupa piyadesinin günde 10 km. yürüdüğü çağlarda Osmanlı piyadesi günde 20 ila 25 km. yürüyecek kadar eğitimli idi. Böyle bir ordu, çok üstün kuvvetler karşısında değilse, düşmanını daima yenmek imkanına sahipti. Düşmanın durumuna ait mümkün olabilen her şeyi bilmek esastı.

Hazarda eğitim zordu. Yaralananlar ve sakat kalanlar olurdu. Talim ve manevrada sakat kalana, hayat boyu emekli maaşı bağlanırdı.

Osmanlı silahları çok iyi yapılmıştı ve çok tesirliydi. Darbeleri öldürücü ve kesindi. Nadiren yaralardı.

1700 yıllarına kadar Türk topçusu, dünyanın birinci ve üstün topçusudur. Tam 3 yüzyıl Osmanlı Türkleri cihana topçuluk dersi vermişlerdir. Osmanlı topçuları, çok iyi yetiştirilmiş, çok nişancı askerlerdi. Çanakkale Boğazı’nın iki kıyısından atılan gülleler havada birbirine değdirilebilip havada dağıtılabiliyordu. Sultan Fatih Mehmed’in 12.000 deveye yüklettiği seyyar tophane (top fabrikası) İşkodra önlerine getirilerek birkaç hafta içinde ağır muhasara topları dökmüştü ki, devrine göre, insan aklının zor alacağı bir teknik başarı idi. Havan topunu da tarihte ilk defa Sultan Fatih Mehmed icad edip kullanmıştır. XVII. yüzyıl sonlarında bile Ricault, Osmanlı toplarının "Dünyanın en iyi topları" olarak tasvir eder.

Türk istihkamcılığının üstünlüğü XIX. yüzyıl sonlarında bile muhafaza edilebilmiştir. Plevne’deki Türk istihkamcılığının harikaları, askeri tarihlere geçmiştir. İmparatorluğun 500 bin kadar askeri vardı. Fakat bu sayı hiç bir zaman bir tek savaşta bir arada bulunmamıştır.

Ordu ile devlet çok iyi kaynaşmıştı ve güçlü bir maliye, bu mekanizmanın emrindeydi. Batı’da olduğu gibi ordu, sosyal yapının üzerinde ve dışında, sonradan eklenmiş bir müessese değildi.

Osmanlı azametinin başlıca sebepleri arasında ön sırayı alan Osmanlı ordusu ne yazık ki XVIII. yüzyılın başlarında bozulmaya başladı ve bu asrın sonlarında iyice dejenere oldu. XIX. yüzyıl başlarında bizzat içlerinden yetişen kumandanları Alemdar Mustafa Paşa’nın tabiriyle "leblebici ve manav güruhu" haline gelmişti. Muharebelerde düşman önünde kaçmaya, hazarda şehir kaldırımlarında kabadayılık etmeye başladı. Asi asker haline geldi, disiplinini kaybedince de ordu vasfını kaybedip silahlı sürü haline dönüştü. II. Mahmud XIX. yüzyılın başlarında tahta geçtiği zaman, nasıl bir orduyu devraldığını çok iyi biliyordu. III. Selim, gözlerinin önünde şehit edilmişti. Bu çapulcu askere artık güvenilmeyeceğini anlamıştı. Ordu, değil savaşlar kazanmak, iç huzur ve birliği temin edemeyecek kadar laçkalaşmıştı. Valiler isyan ediyor ve yaptıkları yanlarına kalıyordu. Nihayet 18 yıldır planladığı işi yapmaya girişti. Atmeydanı Kışlası’nın duvarlarını bombardıman emrini topçu yüzbaşısı Karacehennem İbrahim Ağa’ya verdiği an, II. Osman’ların, III. Selim’lerin. Alemdar Mustafa Paşa’ların boşuna kelle vermedikleri ispat edilmişti.

II. Mahmud, çizmelerini çekti ve bir nefer üniforması giydi, eline kamçısını aldı. Sarayından çıkıp, iki yıl ikamet etmek niyetiyle Rami Kışlası’na geçti. Alelade bir nefer gibi o kışı çamur içinde geçirerek, ilk modern alaylarının eğitimine nezaret etti. Ardından daha birçok reform hareketlerine girişti. Mekteb-i Harbiye-i Şahane’yi de kurdu.

Dünyanın en şanlı gelenekleri içinde yetişip gelişen klasik devir Osmanlı Ordusu, milletçe acı hatıralar bırakarak tarihe karışmış, modern Osmanlı ordusu kurulmuştu.

ASKERİ SINIFLAR:

Klasik, devir Osmanlı ordusunun en büyük parçası, tımarlı sipahisi denilen süvari sınıfıdır. Osmanlıların cihan devleti olma yolunda verdiği savaşlarda şüphesiz en büyük görevi yapmıştır. Sipahiler devletin kendilerine verdiği topraklarla geçinirlerdi. Bu toprakların küçüğüne "tımar", büyüğüne "zeamet", hepsine "dirlik" denilir ki, Selçuklulardaki "ikta"nın karşılığıdır. Babası ölen oğul, tımarlı sipahi olmaya hak kazanırdı. Türk aslından olmayan Müslümanlara mesela Arablara tımar verilmekten şiddetle kaçınılırdı. Eğitim, adalet ve din sahaları nasıl münhasıran Türk kanından gelenlere tahsis edilmişse ordunun en mühim sınıfı da böyledir.

İmparatorluğun esas yapısı Anadolu ve Rumeli eyaletleridir (bu sonuncu eyalet, Romanya ve Bosna dışında bütün Balkanlar’ı içine alıyordu). Sonradan Karaman, Rum (Sivas), Erzurum, Diyar-ı Bekr, Trabzon gibi eyaletler de bu esas yapıya eklenmiştir. Daha dışarıya doğru olan eyaletler, sonraki fetihlerdir ve imparatorluğun esas çatısına dahil değildir. Çatıyı teşkil eden tımarlı eyaletlerdir. Dolayısıyla bu esas eyaletlerde toprağın tamamı, hiç olmazsa toprağın çok büyük kısmı, Türklerin elinde idi. Başka kavimlerin eline geçmemesine de itina edilirdi.

Tımarlı sipahisinin en parlak devri, Kanuni devridir, sonradan Kapıkulu askeri ehemmiyet kazanmaya başlamıştır. Kanuni devrinde 166.200 tımarlı sipahi vardı; bunun 74.600’ü Rumeli, 91.600’ü Anadolu tımarlı sipahisi idi. Bu suretle Osmanlı atlı ordusu, Anadolu ve Rumeli olarak ikiye ayrılmıştı. Bu iki ordunun kumandanları, Anadolu ve Rumeli beylerbeyileri idiler. Fatih’in ve Kanuni’nin çok ehemmiyet verdikleri, onların başında cihan devleti kurdukları tımarlı sipahi, merkezin Kapıkullarının gelişmesine engel olamaması yüzünden önemini yitirmiştir. Bunda, artık piyadenin bütün dünyada süvarinin yerini almasının da rolü büyük olmuştur.

Devşirme ve Kapıkulu denen sınıfların en önemlisi Yeniçeri Ocağı’dır. Bu ocak ağır piyade tümeni olarak kurulmuş öyle de devam etmiştir. Daha sonraki dönemlerde hem devşirme şeklinin bozulması, hem disiplinin gevşemesi bu ocağın laçkalaşmasına sebep olmuştur. Bu yüzden de bütün cunta hareketleri bu ocaktan çıkmış ve hemen hemen istisnasız hepsi devletin aleyhine sonuçlar vermiştir. Hatta bazıları devlet için çok büyük felaketlerle bitmiştir. 1363 Ocağında I. Murad’ın kurduğu bu ocağı 463,5 yıl sonra II. Mahmud, Vaka-ı Hayriyye ile ve diğer Kapıkulu ocakları ile beraber lağv etmiştir.

Ocağın kumandanı yeniçeri ağasıdır ve Divan-ı Hümayun (bakanlar kurulu) üyesidir. Beylerbeyi (orgeneral) rütbesindedirler; 29’una vezir (mareşal) rütbesi verilmiştir. Daha çok politik bir şahsiyettir ve hükumete karşı sorumludur. Asıl teknik kumandan, "sekbanbaşı" denilen generaldir.

Yeniçeri Ocağı "orta" denilen 190 taburdan meydana geliyordu. Orta kumandanı olan binbaşıya "çorbacı" denirdi. Fakat Osmanlıların cihan hakimiyetindeki rolleri sipahiler kadar değildi. Bunun için önemli fetihlerin yapıldığı dönemlere bakılarak bir fikir edinilebilir. Mesela 1453’de İstanbul’un fethi sırasında 3.000 yeniçeri vardı. Halbuki İstanbul’u kuşatan Osmanlı ordusu 100.000 kişi idi. Fatih’in son zamanlarında yeniçeri sayısı yükseldi (1477’de 10.000, Fatih’in öldüğü 1481’de 8.000). Büyük fetihlerin yapıldığı Yavuz ve Kanuni devirlerinde de Osmanlı ordusu içinde bir ağır piyade tümeninden ibaretti (Yavuz’un öldüğü 1520’de 8.000 yeniçeri, Kanuni’nin öldüğü 1566’da 12.789 kişi). Fetihlerin durduğu devirlerde ise bu sayı tımarlı sipahisi aleyhine, fevkalade değişmiş, reformcu padişah ve vezirlerin başlıca işi bu fazlalığı tasviye etmek istemek olmuştur (1582’de henüz 12.000 iken, III. Murad’ın öldüğü 1595’de 26.100, 1609’da 37.627, IV. Murad’ın reformları sayesinde 1640’ta bu padişahın ölümünde 17.000, IV. Mehmed’in çocukluğundaki anarşi devrinde fevkalade şişerek 1656’da 81.000, Köprülü’nün reformları sayesinde inerek 1663’te 39.078, Köprülüzadenin reformları sayesinde 1679’da 26.374, 1684’te 31.970, sonra çığrından çıkarak 1678’de 70.394, Köprülüzade Fazıl Mustafa Paşa’nın tedbirleri sonucunda 1689’da 40.000, 1706’da 21.818, sonra gittikçe şişerek 101.000, 1752’de 33.109, 1804’te 64.546, ocağın yok edildiği 1826’da kağıt üzerinde yeniçeri geçinerek devletten maaş alanların sayısı 100.000’di).

Kapıkulu Ocağı içinde önem bakımından ikinci sırada gelen Kapıkulu sipahisidir (maaşlı sipahi). XVI. yüzyıl sonlarına kadar sadece devşirmelerden kurulu bir süvari sınıfı iken, bu tarihten sonra ekseriyetle Türk asıllılardan seçilmiş, devşirme adeti önce tavsamış, sonra vazgeçilmiştir. Kumandanlarına "sapahi ağası" denilirdi. Çeşitli tarihlerde mevcutları şöyledir: 1453’te 8.000, 1566’da 5.885, 1574’te 5.957, 1595’te 13.000, 1655’te 55.000, 1711’de 13.758.

Topçu Ocağı da, en mühim sınıflardandır. Topçubaşı denilen kumandanları vardı. XVI. yüzyılda bu sınıfın mevcudu 2.000’i tımarlı, gerisi maaşlı olmak üzere 7.000 kadardı.

Toparabacıları Ocağı, bir diğer sınıftı. Kumandanlarına "arabacıbaşı" denirdi. Topların nakl edilmeleri ile görevliydiler. Bu ocağın mevcudu çeşitli tarihlerde 400 (1574) ila 4.414 (1821) arasında değişmiştir.

Humbaracı Ocağı bombacı sınıfı idi. 1733’te sayıları 601’di. Başları humbaracıbaşı idi. Humbara veya halk dilinde kumbara, Osmanlı Türkçesi’nde el bombası demektir; tüfekle ve topla atılanları da vardır.

Lağımcıbaşı’nın kumandası altındaki lağımcı ocağı, istihkam sınıfıdır. "Lağım", yeraltında kale muhasaralarında açılan tünellerdir. XVII. yüzyıl ortalarında ocak mevcudu 5.000 kadardı.

Cebecibaşı’nın idaresindeki cebeci sınıfı, ordu donatım sınıfıdır. Silahların (top hariç) ve donatım malzemesinin bakımından sorumludur. Sayıları çeşitli tarihlerde 500 (XVI. yüzyıl başları) ile 8.000 (1684) arasında değişmiştir. Kapıkulu ocakları denilen ve devşirmelerden kurulan, daha sonra, devşirme adetinden vazgeçilerek devam ettirilen Osmanlı askeri sınıfları bunlardır.

Bir başka sınıf "akıncı" denilen atlı sınıfıdır. Avrupa akıncı olmaksızın savaş kazanılamayacağını çok geç anladı ve komando adıyla bizden 500 yıl sonra akıncı teşkilatını kurdu. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ve gelişmesinde tımarlı sipahisinden sonra orduda en çok hizmeti geçen sınıf akıncılardır. Bunlar da tımarlılar gibi Türk aslındandır ve gene onlar gibi babadan oğula geçen bir meslektir.

Akıncı, akın yapan askerdir. Akın düşman iline akmaktır. Atla yapılır. Hiç bir ırk, Türkler gibi akmasını bilmemiştir. Türk atlısı, miskin kavimlerin dağ ve akarsu atlayamadıkları çağlarda Pasifik kıyılarından Atlantik kıyılarına erişmiştir. Onu kuzeyde buzullar durdurmuş, fakat güneyde Himalayalar bile durduramamıştır. Hind Okyanusu’na da kolayca erişmiştir. Bir milletin karakteri bin yılda teşekkül eder. Bir millet, bir şeyi en iyi şekilde yapıyorsa, yüzlerce yıllık tecrübe ve çalışmanın neticesidir. Osmanlı akıncısı da yerden bitmemiştir. Orta Asyalı süvarinin gerçek oğlu ve halefidir.

Akıncı, öncüdür, gönüllüdür, fedakardır, dalkılıç ve kelle koltuktadır. Yolu o açar ve gösterir. Ardından ordu gelir, sonra millet. Ve yurd kurulur. Anadolu’da Rumeli’de Selçuklular ve Osmanlılar böyle yurd kurmuşlardır. Tek kanatlı imparatorluk olmaz. Kanatlardan biri kopunca, imparatorluk da düşmüştür. Akıncılık bir ruh meselesidir. İnanç ve imandan bile öte bir şeydir. Aynı zamanda bir dünya görüşü meselesidir. Akıncı, derviştir. Derviş- gazidir, erendir. Akıncı gibi düşünüp hissetmeyen insan ne akıncı, ne öncü olabilir.

Süleyman Paşa’nın akıncıları atlarını Tuna deryasına saldıkları zaman Gelibolu mucizesinden bir çeyrek asır bile geçmemiştir. Tuna’yı 130 defa geçen bu akıncılar, Osman Gazi’nin kapı yoldaşlarıdır. Marmara’ya erişmeden gözlerini kapamak istemeyen Osman Gazi’nin… Altay ve Tanrı Dağı’ndan Tuna-boyu… Selçuk Bey torunu Alp Arslan’dan Osman Gazi torunu Süleyman Paşa’ya ancak 200 yıl geçmiştir. Kuşuçuşu 60.000 km, 200 yılda aşılınıp yurt edinilmiştir. Bu mesafeyi yürüyen, bir şahıs, bir ordu değil bir millettir. Türk askeri için savaşmak en büyük milli ve dini görevdir. Esasen askerin başka bir görevi de yoktur. Asıl ordunun başarısı açılan yola bağlıdır. Bu yolu akıncı açar. Ordunun hedefi olan ülkeyi maddi ve manevi şekilde yıpratır, olgunlaştırır. Düşmana ait bütün haberleri toplayıp beylerbeyine ulaştırır (Denizde ise bu işi "korsan" denilen deniz akıncı sınıfı yapar).

XVI. yüzyıl sonlarında akıncı ocağı bozulur ve XVII. yüzyıl sonunda artık yok gibidir. XVII. yüzyılda bu görevi daha çok Kırım’ın atlı ordusu üzerine alır. Bu da Osmanlı inhitat sebeplerinden biridir. Zira Osmanlı ordusu, Kırım süvarisine muhtaç hale gelmiştir.

Akıncı, en çok Avusturya, Bavyera, Bohemya, bir de Kuzeydoğu İtalya’yı severdi. Polonya’ya da çok akmıştır. Bec (Viyana), Praha (Prag) gibi şehirleri avcunun içi gibi bilir, kılık değiştirip bir Alman, bir Macar gibi bu şehirlerde dolaşırdı. Brandenburg’a, Batı Prusya’ya İsviçre’ye kadar gidenleri vardı. Batı dillerini yalnız ana dili gibi konuşmaz, çok defa okuyup yazar, Türk kültür dilleri olan Arabça ve Farsça’yı öğrenenleri de vardır. Ocağı beslemek için akıncı çocukları yetmez, Aydın, Saruhan (Manisa), Menteşe (Muğla), Suğla (İzmir), taraflarından gözüpek Anadolu çocukları Tunaboyu’na gelerek akıncı yazılırlardı.

Akıncı, akından dönmemek emrini alabilirdi. O kendisine verilen görevi ne pahasına olursa olsun yerine getirirdi.

Kara ordusunun diğer bir sınıfı azablardır. Anadolu çocuklarından seçilen bir hafif piyade sınıfıdır. Ayrıca kale azabları ve deniz azabları (deniz piyadesi) sınıfları da vardı. Bu sınıfların mevcudu 1402 Ankara Savaşı’nda 20.000, 1453 İstanbul fethinde, 20.000, 1473 Otlukbeli Savaşı’nda, 20.000 idi. XVI. yüzyıl ortalarına kadar sayıca yeniçerilerden çok fazla idiler. Sınıf, yeniçeriler gibi tüfekle donatılmadığı için fonksiyonunu kaybetmiş ve ilga edilmiştir.

Yaya ve müsellem sınıfları da, devletin kuruluş ve gelişme devirlerinde hizmet etmiş piyade sınıflarıdır, Yörükler de böyledir. Taşrada beylerbeyinin maiyet askeri olarak levend (deniz levendleri değil), sekban, sarıca, beşli sınıflar vardır; en tanınmışları kara levendleridir. Eli silah tutan vatandaşlardan meydana gelen gönüllü sınıfını da bunlara eklemek lazımdır. Başka askeri sınıflar şunlardır; voynuklar, martuloslar, derbentçiler, bozancılar.

Mısır askeri, ayrı bir sınıftı. Bunlar eski Türk Memlukleri idiler ve süvari (atlı) idiler. Kırım askeri ise, sayıları 100 ile 200.000 arasında değişen bir atlı ordu idi. İmparatorluk, Doğu Avrupa’yı, Rusya ve Polonya’yı bilhassa Kırım askeri ile tutuyordu. Diğer tabi devletlerin de az sayıda olmakla beraber emir aldıkları zaman Osmanlı ordusuna katılan birlikleri vardı. Cezayir, Tunus ve Trablus (Libya) eyaletlerinde ise devletin Anadolu Türkleri’nden kurulmuş, yalnız bu eyaletlerde görevlendirilen birlikleri vardı.