T T/ SEL/ Malazgirt Meydan Muharebesi

Malazgirt Meydan Muharebesi

Uzak bozkırlardaki yurtlarından bir daha dönmemek üzere gelerek, Selçuklu hizmetine giren ve bu devletin şuurlu sevk ve idaresi altında Bizans sınırlarına yığılan Türkmen boylarının, üstelik yayla iklimi ve bol otlaklariyle kendi yaşayışlarına son derece elverişli hayat şartlarındaki Anadolu’ya el koymak istemeleri kadar tabiî bir şey olamazdı.

Tuğrul Bey zamanından beri Azerbaycan ve Erran’da Bizans’a bağlı Ermeni, Gürcü ve Abhaz hükümdarlarının mağlûp edilmesi ve Gence, Ani, Kars gibi mühim strateji merkezlerinin ele geçirilmesi ile orta ve Kuzey Anadolu’ya doğru akınlar icrası hayli kolaylaşmış oluyordu. Yine bu yıllarda Gümüş-tigin, Afşin, Ahmedşah, Sâlar-i Horasan gibi bey ve kumandanların idaresindeki Türkmen boyları, Selçuklular’a tâbiiyeti kabul etmiş küçük Arap hükûmetlerinin sıralandığı güney sınırlarından Anadolu içlerine akmaktaydı.

İlk bakışta intizamsız çeteler tarafından yapılmış gibi görünen bu akınlar hakikatte başıboş olmadığı gibi, esas gaye de sadece ganimet elde etmek değildi. Sultandan emir alan Türkmenler’in hücum noktaları gayet iyi tertiplenmiş, gidecekleri şehir ve kasabalar, uğrak mahalleri tesbit edilmişti. Tuğrul Bey’in, Alp Arslan’ın dikkat ve ısrarla tatbik edegeldikleri akınların daha ziyade askerî yönden ehemmiyetli yollarla, kalabalık Bizans kuvvetlerinin barınağı kaleler civarında teksif edildiği, tahrip müfrezelerinin mümkün mertebe az kayıpla düşman askerî yığınaklarını dağıtmaya çalıştıkları, erzak depolarına, harp malzemelerine karşı faaliyet gösterdikleri, sultanın umumî tâlimatına aykırı davrananların ağır takibata uğratıldığı bu harekâtta bütün faaliyetin belli plan dahilinde yürütüldüğünü ortaya koymaktadır.

Nihayet kendilerine yeni bir yurt edinmek mecburiyeti ile savaşan Türkmenler’in ruhî durumlarını da unutulmamak gerekir. Sultanlar hassa ordulariyle imparatorluğun başka cephelerinde meşgul bulunurken, Türkmenler ve akıncılar, eski Türk harp usûlüne uygun tarzda, düşmanı yormak, direnme noktalarını hırpalamak, ahâliyi yıldırmaktan ibaret, gelecek istilayı kolaylaştırıcı vazifelerini yapıyorlardı. Küçük çapta, fakat fasılasız olarak, yıllarca süren hazırlık devresinin tek hedefi Anadolu’yu almak ve onu Türk yurdu haline getirmekti.

Böylece 1071’den önceki yıllarda, biri dikkati çekmeyecek derecede ufak gruplar halinde görülen Türkmen boyları, diğeri de eski parlaklığının artığıyle geçinmeğe mecbur bir heyûlâ, yani Bizans İmparatorluğu olmak üzere iki kuvvet karşı karşıya gelmişti.

Hadiselerin gelişmesi iki kuvvetten birinin diğerini mutlaka yok etmesini zaruri kılıyordu. Ya Bizans bütün doğu sınırları boyunca yükselen ve serpintilerini kendi içinde hissettiği bir istila çığını durduracak, yahut Anadolu üzerine gelen kuvvet oradaki devleti tamamen ezecekti. Malazgirt sahrası tarihin bu kesin mücadelesinin vukua geldiği yer olmuştur.

Bizans, yaklaşan tehlikenin pek farkında değil gibi idi. İmparator Konstantinos Dukas’ın ölümüyle (1067), onun üç oğlu adına, yerine geçen İmparatoriçe Eudoxia zamanında Doğu-Roma dahilî karışıklıklar içinde bulunuyordu: Sarayda menfaat esasına göre kurulan grupların yersiz müdahaleleri yüzünden sarsılan imparatorlukta, ordu iyice ihmale uğramış, bilhassa eyaletlerdeki ve bu arada Anadolu’daki askerî birlikler yiyeceksiz ve parasız bırakılmıştı. Bunlar kendi ülkelerini yağmalıyorlar, halkı soyuyorlardı.

1067’de Malatya’ya kadar gelen Afşin idaresindeki Türkmenler’e karşı duramamışlar ve onun Kayseri’ye akınına engel olamamışlar; Kilikya taraflarında dolaşan Türkmenler’i püskürtmek üzere gönderilen general Nikephoros Botaniates kuvvetleri, muharebe etmeden, dağılmışlardı. Türk baskısının artması imparatoriçeyi idarenin başına bir erkeği getirmeğe mecbur etti. Ve o asil bir aileden olup, Sardika (Sofya) dukalığı zamanında Peçenekler’e karşı başarılar kazanan Romanos Diogenes’i, hükûmet darbesi teşebbüsünden suçlu bulmasına rağmen, kendisine koca seçti; böylece Diogenes 1 Ocak 1068’de imparator ilân edildi.

Diogenes cesareti, atılganlığı, askerî kabiliyeti; ölen imparatorun kardeşi Caesar Ioannes Dakas ile birlikte, Dakas’ın taçtan mahrum bırakılan oğullarının taraftarı filozof Mikhael Psellos dışında bütün Bizans tarihçileri tarafından belirtilmektedir. Fakat yine aynı kaynaklara göre, Romanos mağrur, kendine güveni fazla, dalkavukluktan hoşlanan bir adamdı. Memleketini barışa kavuşturmayı birinci vazife sayan yeni imparator, tahta çıkışından iki ay kadar sonra, Mart 1068’de Franklar’dan, Uzlar’dan, Makedonyalılar’dan acele topladığı ordu ile sefere çıktı. Maliyenin bozukluğu dolayısiyle askerleri erzaksız ve silahsızdı. Fakat uzun zamandan beri ilk defa ordunun başında bir imparatorun bulunuşu kayda değer bir hadise teşkil ediyordu.

Diogenes bu seferinde Kayseri-Sivas-Divriği-Toroslar-Haleb yolunu takiben güneye inmiş, Menbic’i zaptetmiş ve kış aylarında İstanbul’a dönüşünde büyük törenle karşılanmıştı.

Ancak imparator bu dolaşma esnasında ne Niksar’ın Türkler tarafından tahrip edilmesini, ne de onların Ahlat üssünden hareketle ta Eskişehir yakınlarında Amorion’a kadar sokularak, bu meşhur şehri yağmalamalarını önleyememişti. Diogenes ertesi yıl, 1069’daki, ikinci seferinde Kayseri, Palu ve Sivas bölgelerinde harekatta bulunmuş, fakat aldığı esirleri öldürten imparatorun önünden muntazaman gerileyen Türkmenler’e karşı herhangi bir başarı elde edemeden başkentine dönmüştü.
Nitekim bu sene, Bizans orduları Anadolu’da iken, bir akıncı grup Kayseri’yi yağmaladığı gibi, diğer müfrezeler de, general rütbesi ile Malatya kumandanlığına tayin edilen Ermeni Philaretos’u kaçarak imparatora sığınmaya mecbur etmiş, başka Türkmen akıncıları da memleketin ortasındaki "Anatolik" eyaletinin merkezi zengin ve nüfusça kalabalık Konya’yı tahrip etmişler ve Kilikya geçitleri Kataturias tarafından tutulmasına rağmen, güney yolu ile Haleb’e ulaşmağa muvaffak olmuşlardı.

1070’te tekrar muharebeye hazırlanan Diogenes, saraydaki muhaliflerin tesiri ile, seferden alıkondu. Yerine yola çıkan doğu orduları başkumandanı Manuel Komnenos Sivas civarında Er-Sığun tarafından mağlup ve beraberindeki Nikephoros ile birlikte esir edildi. Oğuz Yıva boyunun başında bulunan bu Türk kumandanı, Selçuklu ailesinden olup, Alp Arslan’ın eniştesi idi ve saltanat davasına kalkıştığı için, sultanın emri ile Afşin tarafından takip ediliyordu. Esir Manuel, nazik durumunu farkettiği asiyi Bizans’a gitmeye ikna ederek, onu İstanbul’a götürdü. Afşin bu münasebetle Phrykia bölgesine girmiş, Denizli yakınındaki Honas (Khonae) şehrini yağmalayıp, tahrip ettikten sonra, akınlarını Marmara sahillerine kadar uzatmıştı.

İmparator Diogenes’in faal durumuna ve uzun cevelanlarına rağmen Anadolu’ya Türk hücumları gittikçe artıyor ve daha uzak bölgelere yayılıyordu. Mühim nokta, bütün bu hadiseler boyunca teşebbüsün daima Türkler elinde bulunması idi. Türkler’i yok etmek veya gerilere püskürtmek maksadı ile sefere çıkan Diogenes programını tatbik edemiyor, beklenmedik yerlerden ansızın ortaya çıkan akıncılar dolayısiyle sık sık yön değiştirmeye mecbur kalıyordu.

Anadolu’nun yıpratılması siyasetini, sabırla takip eden Sultan Alp Arslan her gün biraz daha hedefine yaklaşmakta idi. Şüphesiz bu hadiselerin zoru ile Romanos Diogenes meseleyi kökünden halletmeğe karar verdi ve kalabalık bir ordu başında, Türkler’i Anadolu’dan sürmek ve arkasından İran’a yürüyerek Selçuklu başkentini zaptetmek azmi ile yola koyuldu (13 mart 1071).

O sıralarda Alp Arslan Suriye seferine çıkmış bulunuyordu. Görüldüğü üzere temel siyasetinden biri olan Fâtımîler ile mücadele tesirini göstermekte ve Selçuklu Devleti kuvvetini arttırdıkça, çeşitli İslâm ülkelerinden eskiden olduğu gibi Abbasi hutbesi ikame edilmekte ve Selçuklu sultanının hakimiyeti tanınmakta idi.

1070 senesinde Mekke emiri İslamiyetin iki büyük merkezinde, Mekke ve Medine’de hutbeyi el-Kaaim adına okutmağa başlamıştı. Aynı yıl içinde Mısır’da iktidar mücadelesine girişen Hamdâniler’den Nasr’üd-devle, rakipleri Emîr’ül-cüyûş Berd’ül-Cemâlî ile diğer kumandanlara karşı Alp Arslan’dan yardım istediğe ve onu Suriye’yi zapta teşvik ettiği zaman sultan, ana siyaseti icabı, hemen harekete geçti.

Azerbaycan’dan güneye inerken, doğu Anadolu’da Ermeniler tarafından korunan Bizans’ın müstahkem kalesi Malazgirt’i bir hücumda zaptetti; Meyôfarikîn (Silvan), Âmid (Diyarbakır) ve havalisini tabiiyetine aldı. Bizans elindeki Urfa’yı uzunca bir kuşatmadan sonra, vakit geçirmemek maksadiyle, yoluna devam ederek, Haleb’e indi. İlk Bizans elçisi orada yanına geldi. Süryani tarihçisi Barhebraeus’un rivayetine göre, Anadolu’da yürüyüş halinde olan imparator, Malazgirt ile Ahlat’a karşılık, Menbiç’i Selçuklular’a bırakmayı vaad ediyordu.

Halbuki Türk istila yollarının üzerinde bulunan Malazgirt ve Ahlat, Anadolu fütûhatı bakımından fevkalade mühim mevkilerdi. Sultan müsbet cevap vermedi. O zaman batı Anadolu’dan dönen Afşin’den aldığı, Bizans topraklarının hiç bir yerinde ciddi mukavemet unsurunun mevcut bulunmadığı yolundaki rapor kendisini takviye etmişti. Haleb hakimi Mirdâsîler’den Mahmûd’u huzuruna getirtip, oradan Şam’a yürüdüğü sırada, imparator idaresindeki Bizans ordusunun Doğu Anadolu’ya ilerlediğini haber alır almaz, derhal geri döndü (7 Nisan 1071); çünkü o ana kadar Anadolu’nun fütûhat bakımından olgunlaşmasını bekleyen sultan, artık Bizans’ın çıkarabileceği son ve en kalabalık kuvvet ile hesaplaşmak zamanının geldiğine inanmıştır.

İmparator Diogenes uzun hazırlıklardan sonra, yüz bini aşan bir ordu ile, Anadolu kıtalarının yığınak yeri olan Sakarya kıyılarına gelmiş, burada yeniden tertip ve tanzim ettiği ordusunda bazı tensikat yapmış, bu arada kendilerine güvenemediği Nikephoros Botaniaetes ve benzerleri gibi değerli kumandanlarla bir kısım askerini İstanbul’a iade etmişti.

İmparatorluk ordusunun ağırlığını 3.000 araba taşıyor, bunları takip eden türlü muhasara aletleri arasında, İslam kaynaklarında etraflıca tasvir edildiği üzere, 1.200 kişi tarafından kullanılan muazzam bir mancınık bulunuyordu.

Bütün belirtiler imparatorun kesin netice almak maksadını güttüğünü ve mümkün olduğu takdirde, İran’a kadar ilerlemeği tasarladığını göstermekte idi.

Sivas’a gelen Diogenes, Alp Arslan’ın Suriye’den ayrıldığını öğrenince bir harp meclisi toplayarak yapılacak işleri görüştü. Onun gururunu okşamakta menfaat umanlar Selçuklu Devleti’nin merkezine yürümeği teklif ediyorlar; fakat Nikephoros Bryennios ve İoseph Trakhaniotes gibi tecrübeli ve ihtiyatlı kumandanlar memleketten uzaklaşmanın tehlikeli olacağını, nihayet Erzurum’a kadar gidilebileceğini, lüzumlu tedbirler alındıktan sonra sultanı oraya çekmenin, hatta etrafı tahrip ederek, Türk ordususun iâşesini güçleştirmenin uygun olacağını ileri sürüyorlardı.

İmparator bu tavsiyeleri dinlemedi ve İran içine dalmak niyetiyle Erzurum’a geldi. Kendisine olan güveni dolayısiyle ordusunu parçalamağa başladı. Franklar ve Uzlar’dan 10.000 kadarını Trakhaniotes ile Norman şeflerinden Urselius kumandasında, geçilecek yolların emniyetini sağlamak vazifesi ile, Ahlat’a sevketti; bir kısmını da, Abhazlar’a yardım bahanesi ile fakat hakikatte ordusuna erzak temin için kuzeye gönderdi. Geri kalan kuvvetleri ile Malazgirt’e yürüdü. Yolda Ermenistan ve Elcezîre birlikleri kumandanı Basilakes Magistros maiyetindekilerle imparatora iltihak etmişti.

O civardaki Bizans kumandanlarından Leon Debatanes, yazdığı bir mektup ile imparatora, sultanın korkarak Bağdad’a doğru çekildiğini bildiriyor ve Basilakes de bu haberin doğruluğunu tasdik ediyordu. Gerçekten Alp Arslan Musul istikametinde ilerlemiş idi; fakat bu, onun Bizans’tan çekindiğinden değil, muharebeye iyice hazırlık yapabilmek ve Bitlis üzerinden Malazgirt’e ulaşmak bakımından o yolu daha elverişli saymasından ileri geliyordu.

Diogenes nisbeten zayıf bir kuvvetin koruduğu Malazgirt’i teslim olmağa zorlayıp, aman vermesine rağmen, müdafileri öldürttükten sonra, zaferden emin bir halde, ordusundan ayırdığı diğer bir parçayı, Basilakes emrinde, Ahlat civarında hücuma uğrayan kıtalarına yardıma gönderdi. Basilakes kuvvetleri ile sultanın öncüleri arasında ilk çarpışma vukua geldi (24 Ağustos).

Şam’ı zaptetmek üzere yeter sayıda asker bırakan Alp Arslan, Haleb’den ayrıldıktan sonra, görüldüğü gibi, önce doğuya yönelmiş gerekli savaş hazırlığını yaparak ve kuvvet tedarik ederek kuzeye dönmüş ve Diogenes’in Malazgirt’i tehdit ettiğini haber alınca yürüyüşünü hızlandırmıştı. Cebrî yürüyüş esnasında at ve develerin çoğu ölmüş, bilhassa Fırat’ı geçerken ağırlıklardan bir kısmı harap olmuştu.

Bu sürat ile fazla kuvvet taşımanın zorluğuna ilaveten, iâşe güçlüğünü de hesaba katan sultan, Tuğrul Bey zamanından beri hizmet gören yaşlı ve yorgun Irak-ı Acem kıtalarını terhis ederek, az sayıda, fakat genç ve dinç bir ordu ile Ahlat’a ulaştıktan ve veziri Nizâm’ül-Mülk’ü, memleketin diğer bölgelerinde çıkması muhtemel herhangi bir karışıklığı önlemek veya harp sahasına taze kuvvetler göndermek üzere, karısı ve şehzadelerle birlikte Hamedan’a yolladıktan sonra, Bizans ordusunun durumunu öğrenmek için, bir süvari birliğini ileriye sevk etmişti.

Böylece Türk ordusunun öncüleri ile Bizans kuvvetleri arasında vukua gelmiş olan, yukarıda söylediğimiz çarpışma Türk zaferi ile neticelendi. Selçuklu süvarileri kendilerini hala Ahlat garnizonuna bağlı, mahdut miktarda asker zanneden ve imparatora da öyle bildirmiş olan Basikales’i mağlup ve esir ettiler. İmparator tarafından hemen ona yardıma gönderilen N. Bryennios da yaralı halde çekilmeğe mecbur oldu. Bu ilk başarıda ele geçirilen ganimet arasında kıymetli bir haç, büyük zafere alamet sayılarak, Bağdad’a halifeye ulaştırılmak üzere Hamedan’da bulunan Nizâm’ül-Mülk’e gönderildi.

Kaçan Bryennios’dan izahat alan Diogenes, Malazgirt’ten hareket ederek Ahlat’a doğru ve Malazgirt’in 10-12 km. yakınındaki Zahva sahrasına geldiği zaman, bu vadiye hakim tepelerin Türk müfrezeleri tarafından tutulduğunu gördü ve olduğu yerde karargahını kurdu. O gün akşam karanlığından itibaren Türk okçuları Bizans ordusunu tacize başlamışlar ve gece düşman karargahına kadar sokulan küçük süvari grupları, aralıksız hücumlariyle, onları takatsiz düşürmüşlerdi. 26 Ağustos 1071 Cuma sabahı Türk ve Bizans orduları karşı karşıya mevzii almış bulunuyorlardı.

İki ordu arasında sayıca fark büyüktü. Kappadokia, Phrykia ve Elcezîre kuvvetleriyle Balkan eyaletleri askerlerinden başka, Ermeniler’den, Gürcüler’den ve ücretli Frank, Norman, İslav, Uz ve Peçenekler’den kurulu Diogenes ordusu, çoğu piyade olmak üzere, yüz binden aşağı değildi. Fakat, sadece kütle savaşı yapabilen bu ağır hareketli ordunun çeşitli zümreleri arasında tam bir anlaşma olmadığı gibi, kumandanlar içinde de zaferle alakası olanların sayısı azdı. Daha 26 Ağustos gününün erken saatlerinde Peçenek ve Uz kıtalarından mühim bir kısmı, kendi saflarını terk ederek, soydaşları olan Selçuklular tarafına geçmişlerdi.

Diogenes yabancı askerlerin durumlarından şüphelenerek, ordugahında kalan Uz ve Peçenekler’e "kendi usullerine göre" sadakat yemini ettirdi ve önceden Ahlat’a sevk etmiş olduğunu gördüğümüz Trakhaniotes ile Frank Urselius’un geri dönmelerini emretti. Fakat bu iki kumandan, sultanın Ahlat’a bizzat geldiğini anladıkları zaman, kuvvetleri ile birlikte Fırat’a doğru çekilmiş bulunuyorlardı.

Buna karşılık, 4.000 hassa askeri ile birlikte yeknu 15-20 bin tahmin edilen sultan ordusu (İbn’ül-Cevzî, 20.000; Sibt, İbn’ül-Adîm, Ahbâr, İbn’ül-Esîr, 15.000; İmâd’üd-dîn 14.000; İbnü Munkiz, 13.000) Süleymanşah, Mansur, Gevherâyin, Porsuk, Bozan ve Sav-tigin gibi seçkin kumandanlarının idaresinde, meşakkatlere tahammülü ve çoğu bozkır muharebe usulünce yetişmiş, ok atmakta mahir ve her birinin ayrıca birer yedek atı bulunan, seri manevra kabiliyetine sahip süvarilerden kurulu idi. Herhalde buna Artuk Bey, Tutak ve diğer Türkmen beylerinin emrinde aynı derecede çetin ve akınlarda iyice pişmiş Türkmen birliklerini de ilave etmek lazımdır. Disiplin altında hareket etmesini bilen Türk birlikleri arasında anlaşmazlık da yoktu.

Müşterek gaza fikri ve Anadolu’yu ele geçirme gayesi onları birleştiren unsurlardı. Anadolu’ya yöneltilmiş tahrip seferleri devamınca daima teşebbüsü ellerinde tutmuş olan Türkler, son hesaplaşma saatlerinde de duruma tamamen hakim bulunuyorlardı. Alp Arslan büyük muharebeyi Müslümanların mübarek günü Cumaya tesadüf ettirmiş ve ordusunun maneviyatını takviye için, Abbasi halifesi aracılığı ile, İslam dünyasını adeta seferber hale getirmişti. Bütün camilerde cuma hutbesinde okunmak üzere, el-Kaaim’in hazırlattığı, metni Ahbâr-üd-Devlet’is-Selçukiye’de kayıtlı dua her tarafa gönderilmişti. İki gün önceki çarpışmada sultanın imamı fakih Ebu Muhammed b. Abd’il-Melik’il-Buhârî’nin zaferin kesin olduğuna dair müjdesi bütün orduya duyurulmuştu.

Alp Arslan, darbeden önce, son bir barış teklifinde bulundu. Fakat kadı İbn’ül-Mahleban ile kumandan Sav-tigin başkanlığında gönderdiği heyeti iyi karşılamayan imparator, sultanın anlaşma isteğini onun muharebeden kaçındığı şeklinde anlayarak, müzakerelere ancak Selçuklu başkenti Rey’de başlanabileceğini söylemiş, hatta Isfahan’da kışlamak ve hayvanlarını Hamedan’a göndermek niyetinde olduğunu da açıklamıştı. Bir İslam mücahidi olarak, sultanın barış teklifinde bulunması tabia idi. Ancak alınan red cevabı ordudaki savaş azminin artmasına yardım etti.

Çatışma saatini Cuma vaktine kadar tehir eden sultan, hep birlikte kılınan namazdan sonra, beyazlar giyinmiş olarak, askerlere yaptığı hitabede: şehit düşerse, vurulduğu yerde gömülmesini, idare adamları ve kumandanların oğlu veliahd Melikşah’a tabi olmalarını vasiyet ettikten sonra, bir hükümdar olarak değil, bir er gibi, devlet ve din uğrunda döğüşeceğini, savaşmak istemeyenlerin çekilip gitmekte serbest olduklarını ilan etti; kendisinin, ordudaki herhangi bir erden farklı bulunmadığını göstermek üzere, atının kuyruğunu eliyle bağladı ve ön saflarda çarpışacağını belirtmek maksadiyle de ok ve yayını bırakarak, kılıç ve topuzunu aldı.

Bu esnada Bizans ordugahında da dini törenler yapılıyor, ilahiler söyleniyor, ellerinde renkli bayraklar ve büyük haçlarla saflar arasında dolaşan asil-zadeler ve ordu papazları askeri savaşa teşviğe gayret ediyorlardı.

Öğleden az sonra her iki taraf muharebe nizamını almıştı. İmparator merkezde idi, sol kanadına Anadolu birliklerinin başında Kappadokialı Aleates’i, sağ kanadına Nikephoros Bryennios emrindeki Rumeli kıtalarını yerleştirmiş, Caeser Ioannes’in oğlu Andronikos’u geride yedek kuvvetlerin başında bırakmıştı.

Alp Arslan ise, ordusunu dört kısma ayırdı. Bunlardan daha kalabalık ikisini muharebe sahasının yanlarında tepelerde pusuya yatırdı, düşmanın gerilerini tutmakta vazifelendirdiği üçüncü kısmı da müsait mahallerde mevzilendirdi ve kendisi Diogenes’in karşısında mevki aldı. İlk olarak Türk merkez kuvvetleri, okçuların himayesinde hücuma geçti. Bu cüzi kuvveti bir anda ezmek hevesine düşen Diogenes bütün ordusu ile karşı taarruza kalktı ve çekilmeğe başlayan Türkler’i takip etti.

Alp Arslan tarafından maharetle tatbik edilen sahte ricat (Turan taktiği) başarılı olmuş ve ordugahından hayli uzaklaşan imparator, akşama doğru pusuların bulunduğu yere kadar gelip dayanmıştı. Türk ordusuna umumi hücum emri verildiği zaman hatasını anlayan imparator çekilmeğe çalıştı ise de, Bizans ordusu cepheden, yanlardan ve düşman ordugahı istikametinde sarkan süvarilerle geriden sarılmış ve bir çember içine alınmıştı. Yedek kuvvetleri kumandanı Andronikos, imparatorun faydasız çekilme gayretini maiyetindekilere bozgun şeklinde göstererek kaçmağa teşebbüs etmiş ve bu, Ermeni kıtalarının da uzaklaşmasına sebep olmuştu. Karanlık bastığı sıralarda Bizans ordusu gittikçe daralan çember içinde imha edilmiş bulunuyordu. Yaralı olarak esir edilen Diogenes, yakalanan kurmay heyeti ile birlikte, sultanın huzuruna getirildi.

Sırf taktik bakımından Bizans yenilgisinin sebepleri şüphesiz yalnız Uz ve Peçenekler’in sultana katılmaları (Attaleiates, Mateos), yahut Ermeniler’in kaçması (Süryani Mikhael), veya imparatoru sevmeyen Andronikos’un muharebe meydanını terki (Bryennios, Zonaras), değildi. Diogenes’in muharebeyi idarede gösterdiği beceriksizlik (Psellos) sebeplerinden biri olarak zikredilebilir ise de, asıl sebebi Alp Arslan’ın dikkatli bir sevk ve idare ile tatbik ettiği sahte ricat, pusu ve uzak muharebe esasına dayanan bozkır savaş usulünde ve Türk ordusundaki maneviyat yüksekliğinde aramak daha doğru olur.

Alp Arslan, Diogenes ile uzun uzun konuştu. Kaynaklarımızda belirtildiğine göre, sultan imparatorun barış müzakerelerini reddini tenkid etmiş, Bizans ordusunun askeri hatalarını saymış ve nihayet ona, nasıl bir muamele beklediğini sormuştur: Diogenes’in, ya öldürüleceği, yahut zincire vurularak İslâm ülkelerinde dolaştırılacağı veya pek zayıf ihtimalle, affedilip bir naip sıfatı ile, memleketine gönderileceği cevabı üzerine, sultan onunla dostluk kuracağını bildirmiş, onu teselli etmiş ve tahtta kendi yanına oturtmuştur.

Böylece Türk sultanı merhamet, itidal ve insanlık duygularının bir örneğini daha vermiş oluyordu. Alp Arslan, kendisi ile bir ittifak anlaşması yaptığı Diogenes’i bir hafta kadar hususi çadırda bir hükümdar gibi misafir ettikten sonra, maiyetindekiler ve diğer esir asilzadeler ile birlikte, bir Türk süvari kıtasının muhafazasında, memleketine iade etti (3 Eylül 1071).

Metni elde bulunmayan anlaşmanın kaynaklarda tesadüf edilen bazı maddelerine göre, imparator, fidye olarak bir buçuk milyon altın verecek, ayrıca her sene 360.000 altın ödeyecek ve Bizans İmparatorluğu içinde mevcut bütün Müslüman esirleri serbest bırakacak, lüzumu anında sultana askeri kuvvet gönderecekti. Arazi meselesine gelince, sultan; Malazgirt, Urfa, Menbiç ve Antakya’nın dolayları ile birlikte, Selçuklular’a terkini istemiş, teklifleri kabul eden Diogenes, arazi devrinin kendinin ancak tacı muhafaza ettiği takdirde mümkün olacağına işaret etmişti.

Alp Arslan Karahanlılar’a karşı Doğuya hareket etmezden önce, Bizans topraklarına giren Diogenes, İstanbul’da Konstantinos Dukas’ın oğlu Mikhael’in imparator ilan edildiğini öğrendi ve bilindiği gibi, imparatorluk salahiyetleri alınan Diogenes, Mikhael’in orduları tarafından Sivas’ta ve Adana’da mağlup edildi, yakalandı, gözleri oyuldu ve kapatıldığı manastırda ızdırap içinde öldü; böylece anlaşmayı tatbik güçleşti.

Müttefikinin öldürülmesi Alp Arslan’ı anlaşma hükümlerini silahla gerçekleştirmeğe zorladı ve haklı olarak o, Kutalmış-oğulları ile Türkmen beylerine Anadolu’nun zaptını emretti.

Zamanın Bizans tarihçisi Bryennios’un Türkler’i barışı bozmakla suçlandırması doğru değildir. Aristages, Mateos, Zonaras gibi o devir tarihçilerinin belirttikleri üzere, savaşın tekrar başlamasından tek sorumlu, Diogenes’i ve onun ile alakalı her şeyi unutmak isteyen, gerçeği görmezlikten gelen Bizans olabilirdi. Çünkü, baştan beri anlattığımız şartlar altında, Anadolu için yapılan meydan muharebesinde Alp Arslan gibi bir hükümdarın toprak talebinden feragat etmesi beklenemezdi.

Kılıç hakkı olan anlaşmayı yürürlükte tutmak için kuvvete müracaat mecburiyetinde kalınmış ise, bu galip tarafın başvuracağı en tabii hareket sayılmak lazım gelir. Bu münasebetle kaydetmek yerinde olur ki, Alp Arslan’ın akıncıları başı boş bıraktığı, Bizans’la ilgilenmediği rivayeti ile, esasen o zaman halifelik yanında, siyasi teşekkül olarak, bir de Bizans İmparatorluğu’nun bulunması düşüncesinin Doğu aleminin zihniyetinde yaşadığı, hatta Anadolu’nun fethinden sonra dahi Sultan Melikşah’ın, İmparator Aleksios ile dostluk kurabilmek için, bütün Anadolu’yu Bizans’a terke hazır olduğu v.b. yolunda bazı Batılı araştırmacılar tarafından ileri sürülen iddialara Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun gerçek dini ve askeri çehresi ve o devlet nazarında Anadolu’nun taşıdığı ehemmiyet karşısında fazla bir kıymet vermek doğru değildir.

Bizans’ın Türkler’e karşı çıkardığı son ve kuvvetli ordunun Malazgirt ovasında imha edilmesi ile Bizans müdafaa seddi yıkılmış ve Sultan Alp Arslan İslam ve Batı dünyasında büyük akisler uyandıran bu zaferi ile Türk yurdu haline gelecek olan Anadolu’nun mukadderatını tayin etmiştir.

Malazgirt Savaşı olarak meşhur olan bu zaferin kazanılması İslam dünyasında sevinç ve heyecan yaratmış ve Bağdad süslenerek büyük şenlikler tertiplenmişti. Bu zafer ile asırlardan beri Müslüman gazalarına hedef olan Anadolu’nun kapıları Türklere açılıyordu. Türk-İslam ve dünya tarihinin büyük olaylarından biri olan Malazgirt zaferi, Alp Arslan’a tarihte unutulmaz ve mümtaz bir mevkii kazandırmıştı.

Daha sonra Romanos’un Bizans tahtından uzaklaştırılması ve ölümü Türklerin Malazgirt Savaşı’nın neticelerinden daha çok yararlanmalarına sebep oldu. Sultan Alp Arslan Selçuklu şehzade ve emirlerine ve Türkmen beylerine bütün Anadolu’nun fethini emretti (1072).

Sultan Alp Arslan batıda olduğu kadar doğuda da topraklarını genişletmeğe çalışmıştı. Nitekim zaman zaman anlaşmazlığa düştüğü Karahanlılar üzerine bir sefer tertipledi ve 200 bin kişilik büyük bir ordu ile Ceyhun nehrini geçti.

Ancak onun ölümü ile bu sefer yarıda kaldı. Yusuf el-Harezmî adlı bir mahalli kale kumandanı sultanı hançerleyerek ölümüne sebep oldu (24 Kasım 1072). Türk-İslam tarihinin büyük sultanlarından biri olan Alp Arslan; enerjisi, disiplini, yiğitliği ve adaleti ile temâyüz etmişti.

Malazgirt Zaferi’nin Önemi ve Sonuçları
Malazgirt zaferi sonuçları itibarıyla hem Türk tarihi, hem de dünya tarihi bakımından çok büyük bir önem taşımaktadır. Malazgirt zaferi sonucunda Anadolu’nun kapıları kesin olarak Türklere açılmış oluyordu. Böylece Anadolu’nun, Türklerin ebedî vatanı olması için en büyük adım atılmıştır.

Zaferden sonra Anadolu’da irili ufaklı birçok Türk devleti kurulmuş, Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar uzanan Türkiye tarihi başlamıştır.

Bu zaferle, Türklerin İslam dünyasındaki prestiji ve liderliği daha da güçlenmiştir.

Malazgirt zaferi, Avrupa’da da derin izler bırakmıştır. Bizans’ın yenilmesi üzerine kendilerini de tehlikede gören Hristiyan Avrupa, Türklere karşı ittifaklar oluşturmuşlardır. Haçlı ittifakı aslında bu zafere bir tepki olarak doğmuştur. Haçlı seferleriyle Türk ilerleyişi durdurulmak istenmiştir. Malazgirt zaferi ile Anadolu’nun kapıları ardına kadar açılmış idi. Böylece Anadolu’nun Türkleşmesi safhası başlamış ve kısa süre zarfında Türkler Anadolu’da çoğunluğu sağlamışlardır. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde irili ufaklı Türk devletleri ortaya çıkmıştır.

Anadolu’da dengelerin Türkler lehine bu denli hızla değişmesinin sebepleri nelerdi?

a) Bizans idaresindeki Anadolu’nun durumu: Bizans idaresinde yaşayan halk yönetimden memnun değildi. Çünkü Bizans özellikle köylülere ağır vergiler yüklüyor ve Ortodoks mezhebinden olmayanlara baskı uyguluyordu . Ayrıca aralıklarla süren İran, Arap ve Türk akınları halkın daha batıya göç etmesine yol açmıştı. Kısacası savaşlar, yönetimin baskısı ve salgın hastalıklar nedeniyle nüfus oldukça azalmıştı.

b) Türk göçleri: Seyhun ötesindeki kalabalık Türkmen (Oğuz) boyları, Selçuklular tarafından Anadolu’ya sevk edilmekteydi. Yerli nüfusun adeta terk ettiği Anadolu toprakları, tarım ve hayvancılığa elverişliydi. Bu sebeple Türkmenler, aileleri, hayvanları ile birlikte Anadolu yaylalarına yerleştiler. XIII. yüzyıldaki Moğol baskısı sebebiyle ikinci bir göç dalgası yaşandı. Böylece Anadolu’nun Türkleşmesi tamamlanmış oldu.

Kaynak: www. ozturkler.com