YAZ / AŞK

AŞK

Herkes aşk hakkında yazsın dursun da ben kusur mu kalayım?
Olmaz, yazmalıyım… Hem de bir çok değişik açıdan…
Bana hep aşk nedir, diye soruyorlar.
Bu minyatür soruya cevabım yok…
Çünkü Ayşe Tulun’un bir aşk tanımı yok.
Barbara Cartland’ın ve Kerime Nadir’in bütün kitaplarını okudum, hem de defalarca… Bir sürü aşk şiiri ezberledim, belki bir gün lazım olur diye… Kazablanca’yı seyrettim, tam 10 kez… Acizane iki kere de aşık oldum ama yine de aşkı tanımlayamadım.
O zaman niye yazıyorsun kardeşim, diyebilirsiniz.
Yazmak istedi canım, desem yeterli mi?
Tamam sizleri duydum, lafa takunya giydirme o zaman sadede gel diyorsunuz. Geldik sadede beyler, bayanlar…
Aşk… Üç harf ve bir kelime… Bir de bu kelime soru cümlesi olunca iş karışıyor. Evet bu üç harfli kelimenin arkasında bir de soru işaretçiği var.
Dedim, kendime özgü bir aşk tanımım yok diye ama çok güzel aşk tanımları var düşünce cebimde.
Bunlardan birini irdeleyelim.
Sevgili Mevlana, “ Aşk sayıya gelmez, ölçüye sığmaz sevgidir” diyor.
Bu cümle, beni hep uzun uzun düşündürdü.
Ne demek sayıya gelmez, ölçüye sığmaz şey. Bu olsa olsa çok’tur. Çok sevgi demek ki aşk, Mevlana’ya göre.
Çok ne?
Soyut bir kavram. Hani hepimizin karıştırdığı bir kavram. Soyut muydu, somut muydu? Ben bu kavramları ancak lise yıllarında ayırabildim.
Soyut bir kavram, çok. Ama çok ne demek?
On gram buğday bir karıncaya göre çoktur, bana göre de bir kamyon buğday çoktur. E, demek ki çok, değişken bir kavram. Herkesin çok’u farklı yani.
Şimdilik çok’u şuraya bir yere koyalım…
Peki sevgi nedir?
Bir insanın varlığını, başka bir varlığı içine alabilecek kadar genişletebilmesidir, sevgi.
Çok sevgi… Aşk…
İçinden çıkılamaz bir durum.
Ben en iyisi mi size sevginin nasıl öğrenilebileceğini anlatayım, aşk tanımı kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Canım, insan sevgi ile doğar, dediğinizi duyar gibi oldum. Yalan, koca bir yanlış…
İnsan sevgi ile doğmaz, arkadaşlar. Şöyle bir düşünün… O minicik yavru nasıl dünyaya gelmiştir. O pembe, beyaz, Cennet kokan yumak, annesini parçalayarak dünyaya gelmiştir. Annesinin ölümünü bile göze almıştır, dünyaya gelebilmek için…
Her bebek dünyaya insan olarak değil, insan adayı olarak gelir.
Yani kısacası dostlarım, her insan Cengiz Han gibi avucunda kan pıhtısı ile doğar.
Sevgi dolu değildir, sevgiyi sonradan öğrenir. Öğretilirse tabii…
İnsanın bir başka özelliği de çok kolay öğrenebilme yeteneğidir.
Şimdi, ben sevgiyi nasıl öğretebilirim…
Efendimmm, size sevgi alışkanlığını nasıl edineceğinizi bir psikolog gibi anlatamam ama ben nasıl öğrendim onu anlatabilirim.
Sevmek bana göre önce insanın kendisini sevmesi ile başlar. Kendini sevmeli önce insan.
Arada bir aynaya bakıp :
-Ayşe Hanım, nasılsınız, demek lazım.
-Nasılsın, iyi misin, keyifler nasıl, hayat nasıl, kendine iyi bakıyor musun güzelim, deyip göz kırpmalı ve gülümsemeli.
Duyuyorum, duyuyorum. Diyorsunuz ki “ Yani Ayşe Hanım, biraz kafayı çizdirmiş.” Fısıldamayın, duyuyorum.
Yok dostlarım yok, kafayı falan çizdirmedim. Doğrusu bence bu. Aynaya hiç baktınız mı? Size, ta içinize… Ruhunuza. Bu aslında bedenin ruh ile tanışmasıdır. Hangimiz bedenimiz ile ruhumuzu tanıştırdık.
Ruh ile bedenin tanışması, arkadaş olması gerekir. Ruhla bedeni birleyecek ve biri bulduktan sonra ikiyi yok sayacaksın. Bu bir.
İnsanın ruhu ile bedeni selamlaşmalı ve çok sıkı bir dost olmalıdır.
Çok insan görmüşümdür. Aynaya bakar ve kendi gözleri ile göz göze gelmez. Saçını tarar, makyajını yapar ama kendi ile göz göze gelmez. Ruhu ile bedenini birleştiremez.
Tanışacağız kendimizle ve seveceğiz kendimizi. İnsan sadece sevdiğinden emin olur ya… Bana göre kendini sevemeyen bir insan başka bir yaratığı asla sevemez…
Ruhu ile bedenini arkadaş yapabilen kişi yalnızlık çekmez… Tek değildir o, hep bir arkadaş ile beraberdir…
Kendini sevdikten sonra diğer insanlara gelir sıra…
Çok sevin demiyorum ama sevin. Ne demiş Yunus, “Yarandan ötürü”…
İnsana şöyle bir bakın. Mükemmel bir kimya fabrikası, muhteşem bir makine… Sadece bu özellikleri bile onları sevmek için yeterli.
İnsan, kainatın bilinen en mükemmel yaratığıdır.
Ne demiş Şeyh Galip:
Hoşça bak zatına ki zübde-i alemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen

(İyi bak kendine ki evrenin özüsün sen
Kainatın gözbebeği olan insansın sen)

Sadece şu satırlar bile insana hayran olmaya yeter. Bir de o insanın ruhu güzelse… İşte çok, o zaman başlıyor.
Herkes ile arkadaş olmak, dost olmak demiyorum, dostluk çok’un konusu…
Herkesle merhabalaşmak, tebessüm ile etrafa bakmak ne güzel…
Herkesi iyi olarak kabul etmek ve babamın deyişi ile bir mülazahat hanesi ( boş parantez ) açmak çok zor olmasa gerek. Bu boş parantez sizin çok’unuzu belirleyecektir.
Parantezinde güzellikler olan kişi ile dost olma yolunda adımlar atabilirsiniz. Parantezi pek de iyi olmayanlar da günlük arkadaşlarınız olabilir. Herkes ile dost, can ciğer kuzu sarması olacak haliniz yok ya.

Sonra sıra bitkileri sevmeye gelmeli.
Bitkileri sevmeli insan ama vazodaki gülleri sever gibi değil. Düşünün bir kere o güller ne acı çekerek sizin vazonuza getirilmişlerdir.
Vazodaki gülleri seviyorsanız, inanın siz bitkileri sevmiyorsunuz. O gülleri iyi düşünün acaba hangi zalim bahçıvan sadece sizin için onların boynunu vurup hayatlarına son vermiştir.
Halbuki dalında kalmalı güller ki kokularını herkese saçabilsinler ve evreni güzel bir koku sarabilsin.
Onların o muhteşem kokularını evlerimize hapsetmek, bitki sevdiğimizi değil, bitki düşmanı olduğumuzu gösterir bence…

Sevmeli ve saygılı olmalı insan bir papatyaya, çimene, çınar ağacına, çevresindeki bütün bitkilere…
Değil onları koparmak, onlara basarken bile içi sızlamalı…
Yiyeceğiniz bitkilerin bile fazlasını koparmayın. Ne diyordu Don Juan:
-Bir bitkiyi koparırken yüksek sesle ondan özür dileyeceksin. Senin bedeninin de bir gün onun için gıda olacağını hatırlatacaksın. Ve yine yüksek sesle ona teşekkür edeceksin.
Bir papatyayı öpmemiş, bir gülü doyasıya koklamamış olan insan sevgiden bahsedebilir mi?

Dördüncüsü hayvanları seveceksin, ayırt etmeden…
Benim hayvanları ne kadar çok sevdiğim herkes tarafından bilinir. Onlara en ufak bir zarar vermem ve verilmesini de engellemeye çalışırım.
Benim hayvanlarla ilgili hassasiyetimi bilen yardımcım Katibe, bir sabah uyandığımda elimden tuttu ve beni mutfağa götürdü.
-Abla, şu karıncalara bak, bak ne olur…
Muhteşem bir manzaraydı. Geceden bulgurlu bir kaşığı mutfak tezgahının üzerinde bırakmışız. Binlerce karınca kelimenin tam anlamı ile karınca gibi çalışıyorlar.
Musluk ile karıncalar arasına bir havludan bir set çektim. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra geldim yine mutfağa ve konuşmaya başladım :
-Güzellerim. Sizin evlere girmeniz yasak. Sizler toprakta gezinmelisiniz. Madem ki girdiniz, bu günlük burada kalın. Çalışmanızı bitirin ve gece karanlık bastığında bu evi terk edin. Yoksa Katibe ablanız sizi çamaşır suları ile yakar, valla karışmam.
Bu arada Katibe bana acıyan gözler ile bakıyordu . Sanki “ Abla kafayı çizdirdi” der gibiydi.
Kahvaltıdan sonra işe gittim. Akşam eve döndüğümde Katibe beni kapıda karşıladı ve alaycı bir tavırla :
-Abla, seninkiler çok yaramaz. Seni dinlemediler, hepsi mutfakta.
Akşam yemeğini salonda yedik. Ben konuştukça konuştum. Fıkralar, hikayeler birbirini kovaladı. Amacım karanlığın basmasını beklemekti. Mutfağa kimseyi yollamayacaktım. Onlara bir şans vermem lazımdı.
Aslında bütün ruhumla, hücrelerimle mutfaktaydım. Fotokopim yemek yiyor ve konuşuyordu.
İyice karanlık bastı. Katibe birkaç tabağı alıp mutfağa gitti veee aynı tabaklar ile koşa koşa geri döndü:
-Abla gitmişler, valla gitmişler.
Şükürler olsun Tanrım, senden razıyım.
Katibe o günden beri müridimdir. Ne dersem yapar, itiraz etmeden…
Ne yani, niye öyle bakıyorsunuz. İnanmadınız mı? Olamaz mı yani?
İsterseniz ispatlarım. Peki, peki ispatlayalım.

Şimdi, bir çoğunuz evlerinizdeki çiçekler ile konuşuyorsunuzdur.
-Güzel menekşem, güzel kızım, hadi aç, güzel çiçeklerini bana göster…
-Güzelim yerini mi beğenmedin?
-Güzel sardunyam bana küstün mü?
Doğru değil mi?
Sonra bu çiçekleriniz açar ve :
-Güzel kızım, aferin sana, beni dinledin… Ne de güzelmiş çiçeklerin diye…
Şimdi, çiçek sizi dinliyor da, karınca beni niye dinlemesin. Üstelik çiçeklerin kulakları yok ama karıncaların var… Yani beni duyabilmeleri mümkün.
Ayrıca karıncalar çok akıllı hayvanlardır. Hani karınca yemleri satıyorlar. Hiç aldınız mı evinize? Aldıysanız bilirsiniz, karıncaların hiç biri bu tuzağa düşmezler. Çok akıllıdır çünkü onlar.
Demek ki karıncalar akıllı, ee bu karıncalar yıllardır Türkiye’de yaşıyorlar, Türkçe öğrenmiş olamazlar mı?
Bu ispat kısmını sadece sizi biraz gülümsetebilmek için yazdım ama benim hikayem gerçek…
Hani bir şiir vardır:
Sadece sen gülesin diye bu şiir
Vallahi sadece sen gülesin diye bu şiir

İşte bu ispat kısmı da sadece siz gülesiniz diyedir.
Vallahi sadece siz gülesiniz diyedir.

Latife, latife ama çok hoş bir anı, değil mi?..
İstediğin şeyi gönlünün ta içinden isteyeceksin ki gerçekleşebilsin… İmkansız diye bir şey yoktur, unutmayın…

Biraz konuyu dağıttım farkındayım, toparlayalım. Kendini seveceksin, insanları seveceksin, bitkileri seveceksin ve hayvanları seveceksin ki gönül ışığını karşındaki insanlar görebilsinler. Sen de onların gönül ışıklarını görebil. Gönül ışığını yakamamışsan inan aydınlıkları görmen mümkün değildir.
Bir kere gönül ışığın parladı mı, bütün ışıklı kalpleri görebilirsin. Etraf ışıl ışıl aslında.
Eğer bu safhaları geçememişsen sevgide bir şeyler eksik kalacaktır ve evrenle kucaklaşman uzun zaman alacaktır.
Gönül ışığı, İskenderiye Feneri gibi olan insanlar vardır. İskenderiye Feneri gibi parlarlar, ışıkları neredeyse Akdeniz’in tamamından görülebilir. Onlara bakınca insanın gözleri kamaşır.

Bazıları arada sırada yanıp sönen küçük deniz fenerleri gibidirler. Gemilere yol gösterirler.
Arada sırada göz kırpan küçük bir deniz feneri olabilmek için ömrümün tamamını vermeye hazırım. Hatta o sevimli fenerlerin yol gösterdiği bir gemi de olabilirim. Karaya oturmadan gurbet yolculuğumu sona erdirebilmek için…
Sizlerden ricam, lütfen şimdi, hemen şimdi kalkıp aynaya bakın ve aynadaki size merhaba deyin. Kendiniz ile tanışın. İsterseniz benim hatırım için bir de ona göz kırpın. Gönül ışığınız için ilk adımı atmış olacaksınız ve etrafınızdaki ışık cümbüşünü görmek kadar güzel bir şey olmadığını anlayacaksınız.
Kim bilir, belki de bir gün birbirimize göz kırpan küçük deniz fenerleri olabiliriz, ne dersiniz?

Zaman Okyanusu, 2004