T T/ Hun İmparatorluğu

Hun İmparatorluğu

Aslında çöl, ova, dağ değil yayla iklimine alışık bozkır halkı olan ve bozkırlarda kurulup gelişen kültürün taşıyıcısı bulunan Türklerin, yayılmaları esnasında, çoğunlukla bozkır ortamının dışındaki sınırlarda durakladıkları, ormanlık, çok sıcak veya rutubetli bölgelere pek girmedikleri görülmektedir. Kendi hayat tarzlarına uymayan yabancı bölgelere nüfuz etmiş Türk zümrelerinin ise, oralarda fazla barınamamaları ve çok kere varlıklarını kaybetmeleri bu açıdan dikkat çekicidir (Çin’de Tabgaçlar, Batı Avrupa’da Hunlar, Balkanlar’da Bulgarlar, Kuzey Hindistan’da çeşitli Türk devletleri vb. gibi).

Bu itibarla Türklerin irili ufaklı siyasi kuruluşlar meydana getirerek varlıklarını uzun müddet sürdürdükleri saha, Kuzey Çin’den başlayarak bütün Orta Asya’yı, İran’ı ve Anadolu’yu içine alacak şekilde Avrupa’da Tuna dirseğine kadar geniş bir kuşak halinde devam eder. Bugün bile Türk toplulukları umumiyetle aynı Kuzey Çin-Orta Avrupa kuşağı üzerinde yaşamaktadırlar.

Çin kaynaklarında Türklerle birlikte Moğol, Tunguz soyundan bazı grupları da ifade etmek üzere “Kuzey barbarları hanedanı” manasına olarak Hsiung-nu diye anılan bu kütlenin kurduğu büyük imparatorlukta Türkler yanında Moğol, Tunguz vb. yabancı kavimlerin de yer almaları tabii ise de, devleti kuran ve yürüten asıl unsurun Türk olduğuna dair sağlam deliller vardır.

Bu devlette, aslında orman kavmi olan Moğol veya Tunguz değil, Türk bozkır kültürü hakim bulunuyor, Gök Tanrı’ya inanılıyor, aile “baba hukuku” üzerine kurulu bulunuyordu. Nihayet Hsiung-nu Devleti’nde idareci zümre ve hanedanın dili Türkçe idi. Siyasi kültürel münasebetler vesilesi ile Çin yıllıklarında Hsiung-nu dilinden zapt edilen şu kelimeler: Tanrı, kut, börü, ordu, tuğ, kılıç vb. tamamen Türkçe olup Türk dilinin en eski yadigarlarındandır. Ve nihayet devletin sahipleri kendilerine, Türkçe’de “adam, insan, halk” manasında olan “Hun” diyorlardı.

Orhun-Selenga ırmakları ile, Türklerin kutlu ülke saydıkları Ötüken havalisi merkez olmak üzere güneyde Huang-ho nehri dirseğine kadar genişleyen Hun siyasi birliğinin kesin tarihini M.Ö. IV. asırdan itibaren takip etmek mümkün olmaktadır.

Hunlarla ilgili ilk tarihi vesika olarak bir anlaşma zikredilmiştir ki, bu da M.Ö. 318 tarihlidir. Bu belge zikredilirse iyi olur. Hunlar daha sonra Çin topraklarında baskıyı artırdılar. Mahallî hanedanlar, uzun müdafaa savaşları sırasında Hun süvarilerinden korunmak maksadı ile, yerleşim sahalarını ve askerî yığınak yerlerini surlarla çevirmeğe başladılar. Çin hanedanından Si-huang-ti (M.Ö. 259-210) Hun taarruzlarına karşı kuzey sınırlarını tamamen korumak için, surların iç kısımlarını yıktırarak elde ettikleri malzeme ile dış surları birbirine bağlamak ve boş yerleri tamamlamak sureti ile meşhur “Çin Seddi”ni meydana getirdi (M.Ö. 214). Böylece Çinlilerle Türk akınlarına karşı en tesirli tedbiri aldıklarına kanaat getirdikleri bir sırada iki mühim hadise vukua geldi. Bunlardan birincisi Çin’de uzun müddet dirayetli imparatorlar yetiştiren Han sülalesi (M.Ö. 202-M.S.220)’nin kurulması, ikincisi, Hun Devleti’nin başına da Mete Han’ın (M.Ö. 209-174) geçmesidir.

Mete Han’ın babası Teoman, Çin yıllıklarında Tan-hu (veya Şan-yü) diye anılmaktadır ki, Hun dilinde imparator unvanı olan bu tabir, basit bir kabile reisi değil, çok önceleri teşekkül etmiş bir devletin başkanı olduğunu gösterir. Üvey anasının teşviki ile babası tarafından veliahtlık hakkının kendisinden alınması teşebbüsü karşısında Mete Han, emrindeki demir disiplin altında yetiştirdiği 10 bin atlı ile katıldığı bir sürek avında Teoman’ı öldürerek Hun Tan-hu’su ilan edildi (M.Ö.209).

Mete Han, doğudaki Moğol-Tunguz kabileler birliği Tung-hu’ların ısrarla toprak taleplerine savaş ile mukabele ederek onları perişan ettikten ve böylece hakimiyetini kuzey Peçli’ye kadar genişlettikten sonra güney-batıya döndü ve Orta Asya’daki, Hind-Avrupa kökenli oldukları sanılan Yüe-çi’leri yerlerinden oynattı. Bunlar kütleler halinde batıya doğru çekilirken Mete Han güneye yönelerek Huang-ho büyük dirseği içindeki Ordos bölgesini ele geçirdi ve oradan Çin topraklarına girdi. Mai-yi, T’ai-yuan şehirlerini zapt ederek Han sülalesinin kurucusu İmparator Kao-ti’nin 320 bin kişilik, hemen hemen tamamen piyade ordusunu, bozkır usulü sahte ricat tabyası ile çember içine aldı (M.Ö. 201). İmparator, vaktiyle Türklerin yaşadığı bütün toprakların Hun Devleti’ne terki, yiyecek ve ipek verilmesi ve yıllık vergi taahhüdü şartları ile kendini ve ordusunu kurtarmağa muvaffak oldu.

Çin ile dostluk havası içinde ticari münasebetleri geliştirirken Mete Han, İrtiş yatağına kadar olan bozkırları (Kie-kun = Kırgızlar’ın memleketi) ve buranın batısındaki Ting-ling’lerin yerini, bazı eski Ogur (O-k’ut) kolları ile meskun araziyi, Kuzey Türkistan’ı zaptetti ve Isık Gölü etrafındaki Vu-sun’ları hakimiyeti altına aldı.

Bu suretle büyük Hun hükümdarı o çağda Asya kıtasında yaşayan Türk soyundan bütün toplulukları kendi idaresinde tek bayrak altında toplamış oluyordu. İmparatorluk sınırlarının Mançurya’dan Aral Gölü’ne, Batı Sibirya’dan Gobi Çölü-Tibet hattına kadar genişlediği bu tarihlerde Hunlar’a tabi olanlar arasında Moğollar, Tunguzlar ve Çinliler de vardı. Mete Han tarafından Çin hükümetine gönderilen M.Ö. 177 tarihli mektuptan anlaşıldığına göre Türk devletine bağlı kavimlerin sayısı 26 idi ve bunların hepsi, Tan-hu’nun ifadesi ile “yay geren halk” yani “Hun” olmuşlardı.

Mete Han Döneminin Genel Özellikleri
Görüldüğü üzere bu devlet, idaresindeki kısıtlı tarım sahalarına karşılık, daha ziyade, otlağı bol, hayvancılığa elverişli bozkırlar bölgesinde kurulmuştu. Ekonomisinin temeli başta at olmak üzere, hayvan yetiştiricilik idi. Buna göre sosyal durumu da, toprağa bağlı "köylü" kültüründeki geniş arazi sahibi Çin tabakaları ile köle sınıfından çok farklı idi. Ne malikanelere, ne de toprak kölelerine rastlanmayan Hun bölgelerinde halk, kan akrabalığı ile birbirine bağlı ailelerin meydana getirdiği sosyal ve siyasi birlikler olarak disiplinli ve kendilerini müdafaa için daima silahlı kabileler (boylar) halinde yaşıyor ve devlet bu kabile birliklerinin (bodunlar) kendi aralarında sıkı işbirliği esasına dayanıyordu.

Devlet, bu kuruluş icabı ve bilhassa ordunun Mete Han tarafından tanziminden sonra merkezden idare edilen bir "askeri teşkilat" niteliği kazanması sebebi ile askeri karakterde idi ve gerekli şartlar (bozkırda eğitilmiş olmak, at ve silah) hazır olduğu için de fetihlere açıktı. Bu yönden de "köylü" Çin devlet yapısından ayrılıyordu. Çin’de esas rejim "feodalite" olduğu halde, Hun devletinde merkeziyetçilik dikkati çekecek kadar belirli idi.

Küçük memurlar ve bazı müşavirler belki Çinli idi, fakat emirlerindeki silahlı kuvvetlerle aynı zamanda birer kumandan olan bütün yüksek görevliler ile birinci derecede sorumlu makam sahipleri hep Hun asıllı oldukları gibi, devlet teşkilatının da (mesela, sağ-sol veya doğu-batı taksimatı vb.) Çinlilik ile hiç ilgisi yoktu; Mete Han tarafından gerçekleştirilen ve toplulukta kabilecilik gayretlerini kırarak adeta devlete milli topluluk havasını getiren ordudaki 10’lu tertip sistemi de Türk idi.

Esasen devletin milli karakterinin korunmasına dikkat edildiğine dair bazı davranışlar göze çarpıyordu: Mesela Paiteng’de imparator idaresindeki Çin ordusunu kuşatan Mete Han’ın, Çin içlerine dalarak bozkırdan uzaklaşmasına zevcesi ve herhalde devlet meclisi tarafından engel olunmuştu. İnanç yönünden ne Moğol totemciliği, ne de Çin toprak tanrıcılığı ile ilgisi bulunmayan bozkır Türk Gök Tanrı itikadındaki Hun devletinin meydana gelişinde "Çin İmparatorluğu"nun model olduğuna dair yaygın görüş normal ölçülerdeki karşılıklı kültür tesirleri dışında doğru sayılmamalıdır.

Önce, devlet Çin topraklarında değil, "Hiung-nu"lar sahasında kurulmuştu; ikincisi, Mete Han’ın "Gök’ün oğlu" diye bir unvan takındığı şüphelidir. Üçüncüsü, Çin devletinde "Gök’ün oğlu" kavramı da aslen Çin değil, Türk menşelidir. Bütün bunlardan dolayı, Mete Han zamanında kesin şeklini aldığı görülen Büyük Hun Devleti, etnik yönden ve hakimiyet anlayışı, sosyal yapısı, idari ve askeri kuruluşları, dini ve dünya görüşü ile, Türk milletinin tarih ve kültüründe feyizli etkilerini iki bin yıl sürdüren bir ana kaynak durumundadır. Bu itibarla, Türk ve dünya tarihinde çok büyük önem taşır.

Mete’nin Ölümü ve Tanhu Ki-Ok Dönemi (M.Ö. 174 – 160)
Mete Han M.Ö. 174 yılında öldüğü zaman, mülki ve askeri teşkilatı ile, iç ve dış siyaseti ile, dini ile, ordusu ve harp tekniği ile, sanatı ile yüksek vasıflı bir cemiyet halinde daha sonra asırlar boyunca Türk devletlerine örnek vazifesi görecek olan, tarihen malum ilk Türk siyasi teşekkülü, “Büyük Hun İmparatorluğu” kudretinin zirvesinde bulunuyordu. Mete Han’ın oğlu Tanhu Ki-ok (M.Ö. 174-160) bu haşmeti muhafaza etmeğe çalıştı.

Yurtlarından atılan Yüe-çi’lerin Afganistan’da Baktria bölgesinde, vaktiyle İskender tarafından kurulmuş olan Grek hakimiyetine son verdikleri tarihte (M.Ö. 166) kalabalık ordusu ile Çin’e girerek başkenti Ch’ang-an yakınındaki imparator sarayını yakan Ki-ok, bu seferdeki gayesine uygun olarak Çin ile iktisadi münasebetini dostane bir şekilde devam ettirmek için yanlış bir adım attı: Bir Çin prensesi ile evlendi ve bu suretle ileride, Çin ile temasa gelen hemen bütün Türk devletleri bakımından kötü neticeler verecek bir çığır açmış oldu. Çünkü hanedanlar arasındaki bu tür yakınlaşmalar, her zaman Çin’in hile makinesinin harekete geçmesi için fırsat teşkil etmiştir.

Hun merkezinde Çinli Prensesin himayesinden faydalanan Çin diplomat ve vazifelileri Hun imparatorluğu topraklarında serbestçe gezip dolaşıyorlar, Türkler ve tabi kavimler arasında propaganda yapıyorlar, devleti sinsice kuvvetten düşürmeğe çalışıyorlardı. Bundan başka, ticaret malı olarak memlekete sokulup Hun ileri gelenleri arasında revaç bulan Çin ipeği, lüks zevki yolu ile rehaveti artırmakta idi.

Tanhu Ki-Şin Zamanı (M.Ö. 160 – 126)
Ki-ok devrinde fazla hissedilmeyen bu menfi durumlar onun oğlu Tan-hu Kun-şin zamanında (M.Ö. 160-126) tam bir huzursuzluk kaynağı olarak kendisini gösterdi. Kendisi de Han sülalesine damat olan Tan-hu, babası ölçüsünde asker ruhlu bir hükümdar olmadığı için Hun iktidarında sarsıntılar belirdi. Çinlilerin bu devirde sınır boylarındaki ufak çaptaki akınları durdurduğu görülüyordu. İlk defa büyük imparatorlardan Vu-ti (M.Ö. 141-87) kalabalık ordular teşkil ederek, Hun hakimiyetinin yıkılmasını hedef tutan planlarını tatbike girişti.

Propagandayı artırdı. Gayelerinden biri de Çin için muazzam gelir kaynağı olan ipeğe batı bölgelerinde de yeni pazarlar bulmak ve İç Asya-İran üzerinden Akdeniz kıyılarına ulaşan meşhur “İpek Yolu”nu emniyet altına almaktı. Dolayısı ile orta ve batı Asya’da yabancıların kudretini kırması lazımdı. Bilindiği gibi, aşağı yukarı M.S.1. bin sonlarına kadar Türk-Çin mücadelelerinin temel sebeplerinden biri bu kervan yoluna hakimiyet meselesi olmuştur.

Vu-tin’in İpek Yolu üzerindeki memleket ve kavimleri öğrenmek ve onlarla Hunlara karşı işbirliği sağlamak maksadı ile batıya gönderdiği yüksek rütbeli asker olan Çang-kien’in, gizli vazifesini yaparken Hunlar tarafından yakalanıp 10 yıl gözaltında tutulmasına rağmen, buralarda geçirdiği uzunca müddet içinde (M.Ö. 139-127) edindiği bilgiyi, temaslarını ve tavsiyelerini ihtiva eden mühim raporu imparatoru memnun etmiş ve sonraki Çin siyaseti için başlıca rehber vazifesini görmüştür. Bu arada Çinliler çok ehemmiyetli bir başarı daha elde etmişlerdir ki, o da ordularını Türk usulüne göre yetiştirmeleri ve Hun silahları ile techiz etmeleri idi.

Daha Mete Han zamanında Çin’de kumandan Mung-t’ien tarafından başlatılmış olan askeri ıslahat hareketleri imparator Vu-ti’nin kumandanlarından olup, Hun tarzında 140 bin kişilik bir süvari kuvveti çıkaran Ho K’ü-ping (öl. M.Ö. 115) tarafından büyük başarıya ulaştırılmıştı. Kuzeyde Hun akınları tutuluyor, İç Asya yönünde, İpek Yolu üzerindeki memleketler zapt olunuyor, bilhassa süvari kumandanı Pan Ç’ao’nun gayretleri ile (M.S. 75’e doğru) Doğu Türkistan’a kadar sokulan Çinliler oralarda askeri garnizonlar kuruyorlardı.

Hunların Bölünmesi ve Çi-Çi Han’ın Kahramanlıkları
Hunlar artık eskisi gibi değil idiler. Akınlar durmuş, imparatorluğun zengin kısımlarının yavaş yavaş düşman istilasına uğraması ile devlet geliri azalmaya başlamış, o zamanlara kadar Çin’den vergi ve hediye olarak sağlanan mali destek kesilmişti. İç huzursuzluk, idarecilerle başbuğların arasını açmağa yönelen düşman propagandası ile gittikçe derinleşiyordu. Nihayet Çin, hanedan azasından bazılarını kendine çekmeye muvaffak oldu, bu da prensler arasındaki anlaşmazlığı şiddetlendirdi.

Çin’in teşvik ve yardımı ile Tan-hu olan Ho-han-ye, kardeşi Çi-çi tarafından tanınmadı (M.Ö. 58). Ho-han-ye’nin Çin’e tabi olma teklifi, Hun danışma kurulunda (devlet meclisi) ağır münakaşalardan sonra reddedildi, fakat Tan-hu’nun iktisadi darlığı gidermek gibi kendince makul sebeplere dayalı fikrinde ısrarı Hunları ikiye ayırdı. Ho-han-ye Çin himayesini kabul edip halkının bir kısmını Ordos’a gönderirken, tabiiyeti şerefsizlik sayan Çi-çi kendine bağlı kütlelerle birlikte memleketi terk ederek batıya doğru çekildi (M.Ö.54).

Çi-Çi Sonrası Dönem
Çi-çi’nin batıya uzaklaşmasından sonra kendini toplayan ve Çin hükümeti ile anlaşma yaparak (M.Ö. 43), devlet meclisinin kararı ile başkentini Orhun bölgesine nakleden, fakat M.Ö. 36’dan itibaren tekrar Çin tabiliğine giren Ho-han-yeh (ölm. M.Ö. 31)’e bağlı kütleler, onun evlatları tarafından bir müddet idare edildikten sonra, tekrar toparlanmağa başlamışlar ve kudretli bir devlet adamı olduğu anlaşılan Yu (Hotodzsisi) Tanhu zamanında Çin’e karşı istiklallerini elde ederek doğuda Mançurya’ya, batıda Kaşgar’a kadar olan geniş bölgeyi tekrar idarelerine almağa muvaffak olmuşlardı.

Fakat Yu’nun ölümünden itibaren iç anlaşmazlıklara düşmeleri ve uzun süren kıtlık yıllarının sebebiyet verdiği çok sayıda hayvan kırımı ile ülkede baş gösteren açlık Hunları müşkül duruma soktu. Yu’nun oğlu Tanhu P’unu’ya karşı mücadele açarak kuzeydeki Hun kabileleri arasına çekilen P’unu’nun yeğeninin orada kendini Tanhu ilan etmesi hadisesi (M. 48) Hunları tekrar ve artık bir daha birleşememek üzere ikiye ayırdı: Kuzey Hunları (Kuzey veya dış Moğolistan’da) ve Güney Hunları (Güney veya iç Moğolistan’da).

Böylece M. 48’de aynı siyasi vasıfları kesinlik kazanan iki Hun devleti arasındaki büyük fark, Güneydekinin Çin tabiiyetini devam ettirmesi, Kuzey devletinin ise istiklalini daima koruması idi. Bundan başka, Güney Sibirya, Cungarya ötesine kadar Batı ve İç Asya’da iktisadi ehemmiyeti bilinen bütün şehir devletleri de Kuzey Hun Devleti’nin idaresinde idi.

Dolayısiyle siyasi ve askeri Çin saldırılarının ana hedefini teşkil ediyordu. Daha Hun imparatorluğunun bölünmesi ile sonuçlanan iç mücadeleleri ustaca istismar eden Çin, Hunlara bağlı doğudaki Moğol Tunguz karışımı Wuhuan ve Sienpi (Hsienbi) kütlelerini kışkırtmış, bunların sürekli baskıları neticesinde Hun devleti, doğu Moğolistan’da kontrolü kaybederken, batı bölgesinde de tahrikçi Çin siyaseti ile karşılaşmıştı.

Bu sebeple, en tesirlisi Yarkent Krallığı olmak üzere, Şanşan (loulan, Lobnor’un güneyi), Turfan vb. bölgelerdeki ayaklanmalar ile uğraşmak zorunda kalındı (M. 46-60 yılları). Hun devletinin buralarda, bilhassa Çin’in sömürücü tutumu ile Yarkent kralı Kien’in çok merhametsiz davranışından perişan düşen halk tarafından kurtarıcı gibi karşılanması ve duruma hakim olduktan sonra, yeniden baskı altına aldığı Çin’i sınır kasabalarında serbest ticarete mecbur etmesi (61-65) Çin’i tam kararlılık içinde ve doğrudan doğruya askeri harekatla Hun devletini çökertmek hazırlığına sevketti. İmparator Mingti (M. 58-75), Ç’engti (M. 75-89) ve Hoti (M. 89-105) devirlerinin ünlü generali Pan Ç’ao’nun yüksek kumandasında kalabalık Çin ordularının 30 yıl süren harekatı sonunda Kangk’ü’ye kadar (Kaçgar, Hami, Yarkent, Hoten dahil) sayısı 50’yi bulan zengin ve kervan yolu üzerinde olduğu için, iktisadi yönden önemli şehirler Çin’in hakimiyetine geçti.

Bilhassa M. 73-74, 89-90-91 yılları harekatında ağır kayıplara uğrayan Hunlar İç-Asya’da hakimiyetlerini kaybederken, doğuda da Sienpi’lerin hücumlarına (en şiddetlisi M. 89-91 arasında) maruz bulunuyorlardı. İki cephede sürekli savaşlar vermek zorunda kalan Kuzey Hun Devleti, son Tanhuların başarılı müdafaalarına rağmen, kuvvetten düştü, durum aleyhte gelişti.

Hakimiyetlerini Güney Sibirya’ya ve Cungarya’ya kadar genişletmeğe muvaffak olan Sienpi’lerin hükümdan Tan-shih-huai (M. 147-156) tarafından nihayet saf dışı edilen Kuzey Hunlarının (ihtimal Tanhu Avitokhol zamanında) toprakları düşman kabilelerin istilasına uğradı. Siyasi iktidarlarının zayıflamağa yüz tuttuğu tarihlerde esasen memleketi terk etmeğe başlayan Hunlardan (büyük çapta göçler M. 91’de ve 155’e doğru), Kuça civarında kalan Yüepan-Yüebanlar dışındaki kalabalık kütleler batıya çekilmişlerdi ki, bunların şimdiki Güney Kazakistan bozkırındaki soydaşlarına (Çi-çi Hunları) katıldıkları anlaşılmaktadır.

M. 48’den beri Çin sınır bölgesinde yaşayan ve kuzeyden gelecek saldırılar için Çin’in ileri karakolu bir tampon devlet durumunda olan Güney Hunları da pek huzurlu değildi. Kukla Tanhulara karşı Hun kabileleri sık sık başkaldırıyorlardı. M. 94, 124 ve 140 yıllarında görülen ayaklanmalar güçlükle bastırılmış, bunları M. 153, 158 isyanları takip etmişti. Bu senelerde Kuzey Moğolistan’ı işgal eden Sienpi’ler güneye doğru baskılarını artırarak, Hun devleti için tehlikeli olmağa başladılar (M. 177’den itibaren). M. 188’de Çin hükümetince tayin edilen Tanhunun tamamen Çin’e teslim olma kararı üzerine Hunlar tarafından öldürülmesi, devleti başsız bıraktı.

Kabileler diğer tayinli iki Tanhuyu da tanımadılar ve dağınık kabile hayatına döndüler. Son Tanhunun Çin başkentinde hapsedilmesi ve ülkenin 5 eyalete bölünerek Çinli askeri valilerin gözetimine verilmesi ile Güney Hun devleti de sona erdi (M. 216). Bununla beraber, Sienpi baskısı yüzünden bilhassa 3. yy.’ın 2. yarısında güneye gelmek suretiyle Çin’de sayıları gittikçe artan Hunlar, Çin idaresi altında ve Çinli halk arasında varlıklarını korumağı bildiler.

Çin’de, Han sülalesi iktidarının zayıflamağa yüz tuttuğu tarihlerde (M. 180’den itibaren) birbirleri ile mücadeleye girişen generallerin tutumu büyük değişiklik meydana getirmiş, siyasi birliğin parçalanmasına yol açmıştı ("16 Devlet" devri). Sui hanedanının birliği ihya ettiği 589 yılına kadar süren bu devrede Türk kütleleri, başta Tabgaç (Wei) sülalesi olmak üzere müstakil devletler kurmuşlar ve Han iktidarının son bulması ile M.S. 220’lerde, tekrar sahnede görünen Güney Hun kabile başbuğlarının idaresinde nüfuzlarını artırarak zamanla hemen bütün Kuzey Çin’i Türk hakimiyetine almağı başarmışlardı.
Bunu sağlayan kuvvet, yukarıda zikredilen asi generallerden biri olan Ts’aoTs’ao’nun, savaşlarında yardımları olduğu için Şansı bölgesine yerleştirdiği 19 Hun kabilesi idi. Kalabalık olan ve her fırsatta Çin idaresine başkaldıran (MS. 271, 294, 296 yıllarında) bu Türk kütlesi milli benliğini koruyor ve eski Tanhu ailesi mensuplarına karşı saygı beslemeye devam ediyordu.

19 kabileden biri T-opa (Tabgaç), biri de büyük Tanhu Mete Han’ın ailesinin indiği Tuku veya T’uko idi. Hun Tuku (T’uko) başbuğu, eski Tanhular neslinden ve Hun elitlerinden olan Liu Yüan (Liu, bu devirde Tuku ailesine Çinlilerin verdiği addır) çetin bir hürriyet mücadelesi verdikten sonra, dikkat çekici bir siyasi kavrayışla, 500 sene önceki atalarının eski Han sülalesi ile olan dostluklarını ve kardeşliklerini de ileri sürerek ve hatta kendi sülalesine "Han" adını vererek bu Çin bölgesinde (merkez: P’ing ç’eng) Türk devletini kurmağa muvaffak oldu (304-329. 1. Chao). Çin başkenti Loyang’ı zapt etti (311).

Kendisinden sonra, Çin’in öteki başkentini de ele geçiren kardeşi Liu Ts’ung’un geliştirdiği bu siyasi hakimiyet şuuru, idare başbuğ aileleri arasında el değiştirmesine rağmen, devam etti. Aynı şuur Tsükü (Chuch’ü) Mengsün tarafından kurulmuş olan son Hun devleti "Kuzey Liang"m 439 yılında Tabgaç hükümdarı T’aivvu’nun baskısı ile başkent Gutsang işgal edilerek yıkılması üzerine buradan kaçıp kurtulduğu anlaşılan Türk Aşına ailesinin temsil ettiği büyük Gök-Türk hakanlığına ulaştı.

Çin sahasında Hun adı altındaki siyasi hayat böylece tarihe karışmakla beraber, M.Ö. 1. asırda Çi-çi iktidarının yıkılması neticesinde, etrafa dağılmış olarak Sogdiana/Seyhun-ötesi/’nın doğusunda, Kafkaslar’ın kuzeyinde, hatta Dinyeper nehri civarında ve bilhassa Aral gölünün doğu bozkırlarında varlıklarını devam ettiren Türk kütleleri, oradaki diğer Türk zümreleri ve 1. asır sonlarından 2. asrın 2. yarısına kadar doğudan gelen Hun kalıntıları ile çoğalmışlar ve uzunca bir müddet sakin bir hayat yaşamak suretiyle güçlerini artırmışlardır.

Bunların, büyük ihtimalle iklim değişikliği yüzünden veya son zamanlarda gelişen yeni bir görüşe göre 350 yıllarında doğudan gelen Uar-hun baskısı karşısında batıya yöneldikleri ve sonra Avrupa Hun İmparatorluğunu kurdukları anlaşılmaktadır. Bu kütlelerin batıya Sibirya’ya doğru Çin sahasından uzaklaşmalarından dolayı haklarında 2 asır gibi uzun bir süre yazılı bilgi bulunamadığı gerekçesine dayanılarak Hiung-nularla aynı kavim sayılamayacakları yolundaki bazı iddialara rağmen, Atilla zamanında bütün Avrupa’da Türk hakimiyetini gerçekleştirenlerin bu Asya Hunları neslinden oldukları çeşitli vesikalarla belgelenmektedir.

Hunların Sonu
M.S. II. asır başlarında Asya Hunları birbirinden ayrı üç bölüm halinde görünüyordu: 1-Balkaş Gölü havalisinde, Çi-çi Hunları’nın kalıntıları, 2- Cungarya ve Barköl havalisinde Kuzey Hunları (bunlar M.S. 90-91 yıllarında Baykal-Orhun bölgesinden buraya göçmüşlerdi), 3- Kuzey-batı Çin sahasında, Güney Hunları, Moğol soyundan Siyen-pi (H’yen-bi, Hsien-pi)’ler tarafından batıya itilip 216’da hemen tamamen yurtlarından çıkarılırken Güney Hunları da kendi içlerindeki çatışmalar yüzünden tekrar ikiye bölündü ve baskısını artıran Çin, 220’ye doğru bütün toprakları işgal etti.

Bununla birlikte Asya Hunları, tabii daha ziyade Çinlileşmiş olarak, 5. asır sonlarına kadar varlıklarını devam ettirmişler ve Çin’in çeşitli bölgelerinde, Tan-hu’lar soyundan gelen bazı kimseler kısa ömürlü küçük devletler kurmuşlardır. Bunlardan üçü: Liu Ts’ung, Hia, Pei-liang. Sonuncu “devlet” de Tabgaç hükümdarı Tai-Wu tarafından nihayete erdirilmiştir.

Avrupa Hun İmparatorluğu’nun Kurucuları
Çin sahasında Hun siyasi hayatı tarihe karışmakla beraber, bazı Hunlar Çi-çi iktidarının yıkılmasıyla etrafa dağılmış olarak ve bilhassa Aral Gölü’nün doğusundaki bozkırlara çekilerek varlıklarını devam ettirmişlerdir. Oradaki diğer Türk zümreleri ve 1. asırdan 2. asır ortalarına kadar Çin’den gelen Hun kütleleri ile çoğalan ve uzunca bir müddet sakin bir hayat yaşmak suretiyle güçleri artan bu Hunların, bilhassa iklim değişikliği sebebi ile batıya yöneldikleri tahmin edilmektedir. Avrupa Hun İmparatorluğu’nu kuranlar bunlardan olmak gerektir.

Yurt Yitirme Acısı
Çağının en büyük, en güçlü imparatorluğunu kuran ve yüzyıllarca hüküm süren Hun Türklerinin elbette yüksek bir medeniyetleri, kendilerine özgü kültür ve sanatları, sözlü yazılı edebiyatları vardı. Hun sanatının, adetlerinin göstergesi olan nice belgeler, bugün dünyanın çeşitli müzelerinde, en çok Leningrad’daki Ermitage (Ermitaj) Müzesi’nde bulunmaktadır. Çünkü Hunlara ait en önemli eserler, bugün Rusya sınırları içinde kalan Doğu Altay’da Balıkgöl yakınındari Pazırık vadisinde bulunmuştur.

Pazırık: M.Ö.IV. ve III. Yüzyıllarda yaşamış Hun büyüklerine ait mezarların bulunduğu ve Hun sanatından bazı örnekleri zamanımıza ulaştıran kutlu vadi.

Pazırık vadisinde bulunan kurganlar (Hun büyüklerine ait mezarlar), M.Ö. IV. ve III. yüzyıllara aittir ve Hun sanatını yansıtan örneklerle, adetlerini gösteren belgelerle doludur. Bu vadiden başka diğer yerlerde bulunan kurganların sayısı kırktan fazladır. Ne yazık ki bunların çoğu soyulmuş bulunuyor. Çünkü eski Türkler öteki dünyada hayatın devam ettiğine inanır ve ölen kişi sonraki hayatında faydalansın diye elbisesi, gerekli eşyaları, silahları, binek atı, at koşumları, kadın hizmetkarları ile birlikte gömülürdü. Ölü, mumyalanırdı.

Kurganlar buzlar altında kaldığı için bozulmadan çıkarılan cesetler de vardı. Ahşap ve deri eşya çoktur. Madeni eşyaların hemen hemen hepsi bronzdandır. Altın eşyalar da bulunmuştur.

Aralıklı olarak devam eden kazılarda çıkarılan kurganlar, daha çok üzerlerine taş yığılarak yapılmış tepeler ya da höyükler halindedir. Asıl mezar bu tepenin altında, büyük bir odanın içindedir.

Hunların, Gök-Türk yazısının başlangıcı sayabileceğimiz kendilerine özgü bir yazıları olduğu anlaşılıyor. Fakat bu yazı ile yazılmış uzun metinler henüz ele geçmedi. Sözlü edebiyat (destanlar) daha sonraki devirlerde ve daha sonraki Türk yazısı ve diliyle anlatılmıştır.

Hun İmparatoru Mete’nin, M.Ö. II. yüzyılda Çin hakanına mektuplar yazdığı, Çin kayıtlarında belirtiliyor. Yine Çin kaynaklarında M.Ö. 119 yılında, Türkçe’den tercüme edilmiş bir sagu (ağıt) yahut türkü dörtlüğü vardır ki, bu Altın Elbiseli Adam’ın mezarından çıkan iki satırlık yazıdan sonra, Türk edebiyatının en eski örneği sayılabilir. Hun Türkleri bu saguyu, Çinlilerle yaptıkları savaşta toprak kaybettikleri zaman ağlayarak söylüyorlarmış.

Hun Türklerinin Çin yenilgisinden sonra nasıl büyük bir üzüntü duyduklarını da gösterdiği için o sagu’nun Çince’ye tercüme edilmiş parçasını buraya alıyoruz. Şüphesiz bu, Hun ozanlarının kopuzla çaldıkları uzun bir ağıtın sadece dört mısraı idi. Türkler savaş sonrasında ve yoğ törenlerinde bunu söyleyerek ağlıyorlardı. Toprak yitirme acısını duyuran bu sagunun Çince’ye ve oradan Türkçe’ye çevrilen parçası şöyledir:

Yen-çi-şan dağını yetirdik,
Kadınlarımızın güzelliğini aldılar,
Silan-şan yaylalarını yitirdik
Hayvanlarımızın otlağını aldılar

Kaynak: www.ozturkler.com