TT (SM1)

SELÇUKLU MEDENİYETİ

HAKİMİYET ALAMETLERİ
BAŞKENT: Sultan, sarayının, hükümet ve adliye teşkilatının bulunduğu bir merkeze sahip olmalıdır.
SARAY: Çok eski dönemlerden beri bütün Türk devletlerinde saray hakimiyet alameti olarak kabul edilmiştir. Selçuklu sultanlarının Kayseri, Konya, Aksaray, Tokat, Antalya ve Sivas’ta sarayları vardı.
TAHT: Bazan serir kelimesiyle de ifade edilen taht-ı saltanat, serir-i saltanat ve taht-ı Süleymanî de denilen taht hükümdarlık sembollerindendi. Sultan I. Mesud ölümünden kısa bir süre önce oğlu II. Kılıç Arslan’ı Sultan ilan etti, diğer oğullarını da melik unvanıyla başka vilayetlere tayin etti. Sultan Mesud bütün devlet erkanının da katıldığı törende tahttan inerek oğlunu çıkardı ve başına taç koydu.
SANCAK VE BAYRAK: Saltan I. Alaeddin Keykubad’ın sarı renkte bayrağı vardı.
NEVBET: Resmi bando takımının saray veya hükümdarın çadırı önünde günde üç veya beş vakit konser vermesidir. Nevbet takımı seferde sultana refakat ederdi. Aksarayî II. Süleyman Şah’ın günde üç, İlhanlılar’a tabi Selçuklu sultanlarının ise onlar gibi beş nevbet çaldırdıklarını söyler. IV. Kılıç Arslan ile Konya’da sultanlığını ilan eden Cimri de beşer nevbet çaldırmışlardı.

UNVAN VE LAKAPLAR: Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucusu I. Süleymanşah kaynaklarda "emir" unvanıyla anılırdı. Daha sonraki hükümdarların çoğu es-Sultanü’l-Muazzam ve es-Sultanu’l-a’zam unvanını kullanılmışlardır. Ayrıca II. Süleymanşah es-Sultanü’l-Kahir, I. İzzeddin Keykavus İnanç Bilge Kutlu ve es-Sultanu’l-Galib unvanını kullanmışlardır.
ÇETR: Hükümdarlık alameti olarak kullanılan bir saltanat şemsiyesidir. Anadolu Selçukluları Abbasi halifelerine hürmetlerinden dolayı siyah renk, daha sonra II. Gıyaseddin Keyhüsrev Sadeddin Köpek’in baskısıyla mavi renkte çetr kullanmışlardır. Çetr çetrdâr adı verilen görevliler tarafından taşınırdı.
SİKKE: Diğer devletlerde olduğu gibi para bastırmak da hakimiyet alametidir. Bilindiği kadarıyla günümüze intikal eden en eski tarihli sikke I. Mesud’a aittir. Altın, gümüş ve bakır paralar Konya, Kayseri, Aksaray, Sivas, Malatya, Erzincan, Bayburt ve Kastamonu’daki darphanelerde basılmıştır.
Büyük Selçuklular bir Türk-İslam devleti olmak itibariyle diğer Müslüman Türk devletlerinde de değişik ölçülerde gördüğümüz gibi eski Türk töre ve gelenekleriyle İslamî unsurların kaynaşmasından oluşan feodal bir yapıya sahipti.
Türk hakimiyet anlayışının "devlet hanedan azalarının müşterek mirasıdır" ilkesini benimseyen Anadolu Selçuklu Devleti’nde tahta geçmek için kesin bir kaide yoktu. Bunun sonucu olarak da gerek Sultanların ölümünde ve gerekse sağlıklarında saltanatı ele geçirmek üzere girişilen taht kavgaları hiç eksik olmamıştır. Hanedan azalarının her biri hayatını ortaya koymak suretiyle böyle bir mücadeleye her an katılabilirdi. Mağlup olduğu takdirde ise hakkında verilecek cezaya -ki bu genellikle yayının kirişiyle boğmak şeklinde olurdu- rıza göstermek durumundaydı. Büyük Selçuklular’ın bütün tarihleri boyunca devam eden taht mücadelelerine halk seyirci kalmıştır. Halkın taht kavgalarında bî-taraf kalması, muhtemelen "hükümdarı Tanrı tayin eder" şeklinde ifadesini bulan eski bir inançtan kaynaklanıyordu. Emir ve kumandanlar ise özellikle fetret devri saltanat mücadelelerinde kendi çıkarlarını esas almış ve ona göre taraf değiştirmişlerdir.
Sultanların sağlıklarında hanedan azalarından herhangi birini veliahd tayin etmeleri ve biat almaları da tahta geçmek için bir çözüm getirmemiştir. Gerek şehzadeler ve gerekse hanedanın diğer üyeleri, Sultanın, içlerinden birini veliahd tayin etmesini kendi meşru haklarına bir tecavüz olarak kabul etmişler ve tahtta hak iddia etmekten geri durmamışlardır.
Anadolu Selçuklu sultanlarının seçtiği veliahtler de çok defa kardeşleri tarafından tahttan uzaklaştırılmışlardır. Mesela Sultan Mesud (1116-1155) II. Kılıç Arslan’ı (1155-1192) tahta çıkardı. Fakat kardeşi Şahinşah bunu tanımadı.
Bu misallerden anlaşıldığı gibi veliahtlık hatta beyat hükümdar öldükten sonra hukukî değerini kaybediyordu. Zira hükümdarın ölümü ile birlikte kanunlar ve hukukî tasarruflar yeni hükümdar tasdik edinceye kadar hükümden düşmekte, hukukî mesnedden mahrum sayılmaktadır. Mesela Osmanlılar’da yalnız memur ve askerin beratı değil, her türlü vesika tahta çıkan Sultan tarafından yenilenirdi. Bu sebeple her cülûsta ülkenin yeni baştan tahriri prensip olarak kabul edilmiştir.
Anadolu Selçukluları’nda II. Kılıç Arslan ‘a karşı oğullarının başlattığı isyanda gördüğümüz gibi bazı hallerde kardeşler tahtın işlerinden birine tahsis edilmesini kabul etmezlerdi. Onlar veliahd tayinini kendi haklarına bir tecavüz saymaktaydılar. Zira her biri "kut"un kendilerine bağışlandığına, Allah’ın inayetiyle tahta geçmeye namzet olduklarına inanırlardı. Netice olarak diyebiliriz ki, Türk devletlerinde veliahtlık saltanata geçmede bir usul olarak yerleşmiştir. Hanedan azalarının hakimiyete müştereken sahip olduğu ve hükümdarı Allah’ın seçtiği şeklindeki gelenek çok kuvvetliydi.
Türklerde hükümranlık hakkının karizmatik vasfı, birden fazla şahsın aynı devlet idaresinde ve aynı kudrette Tanrı bağışı (kut) ile donatılmış olmasına imkan vermez. Karizma (Kut’)nın kan vasıtasıyla babadan (Hatun’dan doğan) oğulların hepsine intikal ettiği inancı dolayısıyla hükümdarın ölümünden sonra evlatlar arasında vukua gelen taht mücadelelerinde içlerinden biri tam başarıya ulaşamadığı takdirde (kut’a nail olamadığının anlaşılması halinde) devlet parçalanmaktadır. Yani Türk devletlerinin merkeziyetçi bir karakter taşıması bizatihî onların varlıklarını, kudret ve ihtişamlarını sürdürmeleriyle yakından alakalıdır.
Büyük Selçuklular’da bilfiil isyana girişmeyen bir hanedan mensubunun saltanatta hak iddia edebilir diye idam edildiğine rastlamıyoruz. Buna karşılık Anadolu Selçukluları’nda ve Osmanlılar’da kardeş katline rastlamaktayız. II. Kılıç Arslan, 1155’de tahta çıktığı zaman kendine rakip gördüğü ortanca kardeşini boğdurtmuştu. II. Gıyaseddin Keyhüsrev (1237-1246) de bir oğlu olunca hapisteki kardeşini idam ettirmişti. Bunlar Büyük Selçuklular’da ve diğer Türk devletlerinde de gördüğümüz gibi Türkler’deki eski bir geleneğe dayanarak yay kirişi ile idam edilmiştir. Hanedandan olanların kanı dökülmeden yayının kirişi ile boğulması hükümdarın kutsî bir menşe’den geldiği telakkisi ile ilgilidir. Bu gelenek çok eski zamanlardan beri mevcuttur. Mezkur telakki onlarda esasen var olan kan taassubu inancı ile de birleşerek hükümdar ailesine mensup olanların kanlarının dökülmemesi adetini doğurmustur. Türk ve Moğollar’ın İslamî devirde bile bu eski Paganizm adetini yaşatmaları gayet tabiîdir. Ok ve yayın eski Türk hayatındaki ehemmiyeti düşünülürse öldürme şekilleri arasında "yay kirişi ile boğma"nın en eski şekil olduğu söylenebilir. Türkler’in paganizm devrindeki dinî-sihrî itikadlarına, onlara bağlı hukukî telakkilere istinad eden kan dökmeme adetine Büyük Selçuklular’da da tamamen riayet edildiğini görmekteyiz.
Anadolu Selçukluları’nda sultan büyük-küçük tefrik etmeden oğullarından birini veliahd tayin edebilir. Veliahtlık taht üzerinde hak iddia etmeye engel değildir. İzzeddin II. Kılıç Arslan, küçük oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev’i halef tayin etti. Diğer kardeşler kıskanıp büyük kardeş Rukneddin Süleyman’ın etrafında toplandılar. O da 1192’de babası ölünce Konya’yı kuşatıp tahta geçti. Rükneddin Süleyman ölünce (1204) oğlu III. Kılıç Arslan sultan ilan edildi. Fakat Gıyaseddin Keyhüsrev tahta çıktı. Onun ölümünde (1211) büyük oğlu İzzeddin Keykavus (1211-1220) tahta çıtı Fakat kardeş Aladdin Keykubad (1220-1237) bunu tanımadı. İzzeddin Keykavus ölünce kimin tahta geçeceği tartışılıyordu. Sonra oğlu Alaeddin üzerinde karar kılındı.
Görüldüğü üzere Türk devletlerinde saltanat verasetini tanzim eden bir esas mevcut değildir. Onlarda tahtı hanedanın muayyen azasına intikal ettiren bir gelenek de yerleşmemiştir. Zaman zaman veliaht tayini, ekber evladın ya da küçüğün tercihi gibi temayüller belirmiş ise de taht daima ilahî takdire açık tutulmuştur. Hakimiyetin ilahî menşeli olduğunu kabul eden bu düşünce karşısında diğer adet ve anlayışlar hükümsüz kalmıştır. Hanedandan biri bilfiil saltanatı ele geçirdikten sonra onun meşruiyyeti nazarî ve hukukî bakımdan mesele teşkil etmezdi. Asırlardır süre gelen bu gelenek, Türkler’de hakimiyetin menşeini Tanrıya dayandıran eski dinî telakkilerle ilgili görünmekte ve Orta Asya Türk kavimlerinde daha kuvvetle açığa çıkmaktadır.
Büyük Selçuklular’da olduğu gibi Anadolu Selçukluları’nda da ülkenin hanedan mensupları arasında muayyen hakimiyet sahalarına taksimi vazgeçilmez bir kaide olarak daima tatbik edilmiştir.
Mikhail’in daha babasının sağlığında ölümü üzerine İsrail (Arslan) ailenin başı olmuştu. Sonra onun ahfadına batıdaki en uzak uç bölgesi Anadolu yurtluk olarak verilmişti.
Anadolu Selçuklu sultanı II. Kılıç Arslan’ın sağlığında memleketi oğulları arasında taksim etmesi de eski Türk geleneğinin devam ettiğini göstermesi bakımından zikre değer. Onlardan her biri kendilerine ait mıntıkalarda bağımsız bir hükümdar gibi hareket etmekteydiler.

HÜKÜMDAR
Anadolu Selçuklu Devleti’nde yönetim diğer Türk devletlerinde gördüğümüz gibi sultanın mutlak kontrolü altındadır. Moğol istilası sırasında olduğu gibi "İlhan’a ubudiyet arzeden, gerektigi zaman Anadolu içindeki seyahatlerinde ona refakat eden, bazen Moğol noyanlarına mazeret beyan edip af dileyen, belirli yerlerde ikamete mecbur edilen, yargılanıp cezalandırılan ve hatta katledilen zavallı birer hükümdar durumuna düşürülen" son dönem Selçuklu sultanları istisnadan ibarettir. Sultan siyasî iktidarı başka bir kuvvetin iznine bağlı olmadan kullanır.

Görüldüğü üzere Türk devletlerinde saltanat verasetini tanzim eden bir esas mevcut değildir. Onlarda tahtı hanedanın muayyen azasına intikal ettiren bir gelenek de yerleşmemiştir. Zaman zaman veliaht tayini, ekber evladın ya da küçüğün tercihi gibi temayüller belirmiş ise de taht daima ilahi takdire açık tutulmuştur. Hakimiyetin ilahi menşe’li olduğunu kabul eden bu düşünce karşısında diğer adet ve anlayışlar hükümsüz kalmıştır. Hanedandan biri bilfiil saltanatı ele geçirdikten sonra onun meşruiyyeti nazari ve hukuki bakımdan mesele teşkil etmezdi. Asırlardır süre gelen bu gelenek, Türkler’de hakimiyetin menşeini Tanrı’ya dayandıran eski dini telakkilerle ilgili görünmekte ve Orta Asya Türk kavimlerinde daha kuvvetle açığa çıkmaktadır.
Büyük Selçuklular’da olduğu gibi Anadolu Selçukluları’nda da ülkenin hanedan mensupları arasında muayyen hakimiyet sahalarına taksimi vazgeçilmez bir kaide olarak daima tatbik edilmiştir.
Mikhail’in daha babasının sağlığında ölümü üzerine İsrail (Arslan) ailenin başı olmuştu. Sonra onun ahfadına batıdaki en uzak uc bölgesi Anadolu yurtluk olarak verilmişti.
Anadolu Selçuklu sultanı II. Kılıç Arslan’ın sağlığında memleketi oğulları arasında taksim etmesi de eski Türk geleneğinin devam ettiğini göstermesi bakımından zikre değer. Onlardan her biri kendilerine ait mıntıkalarda bağımsız bir hükümdar gibi hareket etmekteydiler.

DİVAN TEŞKİLATI
Anadolu Selçukluları’nda devlet işlerinin görüşülüp karara bağlandığı Divan-ı a’lâ’nın (Divan-i âli, divan-ı saltanat) başkanı vezirdir. Devlet idaresinde birinci derecede rol oynayan divan-ı a’lâ’nın diğer üyeleri şunlardır:
Naib-i saltanat, beylerbeyi, tuğraî, atabeg, pervane, ariz, müstevfî ve müsrif-i memâlik.
Divana gelen meseleler vezirin başkanlığında müzakere edilir ve alınan kararlar vezirin sağında ve solunda oturan münşîler (divan katipleri) tarafından defâtir-i divan-ı a’lâ’ya işlenirdi. Divan kararları Fahreddin Ali’nin vezirliğine kadar Arapça yazılırdı. Daha sonra Farsça yazılmaya başlandı. Divana gelen bazı meseleler önce ilgili divanlara havale edilir ve onların yaptığı inceleme ve hazırladığı raporlar daha sonra divan-ı a’lâda görüşülüp nihaî karara bağlanırdı. Divanda tercümanlar da görev alır ve yabancı devletlere gönderilecek yazıları kaleme alır ve gerektiğinde tercümanlık da yaparlardı.
I. Alaeddin Keykubad zamanında divanda dört münşî ile iki tercüman vardı.

DİVAN-I A’LÂ’NIN ÜYELERİ
NAİB-İ SALTANAT: Büyük Selçuklu devlet teşkilatında rastlamadığımız bu makam muhtemelen Eyyubî devlet teşkilatı örnek alınarak ihdas edilmiştir. Önemli devlet adamları ve kumandanlar arasından seçilen naib-i saltanat sultanın merkezde bulunmadığı zamanlarda ona vekaleten devlet işlerini yürütürdü. Kendilerine naib-i saltanat olduklarının alameti olarak bir altın kılıç verilirdi. Naibü’l-hazre de denilen bu görevli başlangıçta sadece sultan tarafından tayin edildiği halde ülke Moğol tahakkümüne maruz kaldıktan sonra İlhanlı hükümdarının onayını alan vezirlerin de bazı şahısları bu makama getirdikleri görülmektedir. Fahreddin Ali vezir olduktan sonra Emînüddin Mikail’i naib-i saltanat tayin etmişti. Ayrıca Moğol istilası sırasında İlhanlı hükümdarlarının sultanın naibinden ayrı olarak bizzat kendilerinin de naib tayin ettikleri anlaşılmaktadır. Fahreddin Ali’nin ölümünden sonra Mücirüddin Emirşah, Argun Han’ın buyruğuyla naib-i saltanat olarak görevlendirilmiştir. Bazen aynı şahıs hem Anadolu Selçuklu sultanının hem de İlhanlı hükümdarının naibi olarak hizmet ederdi. Mesela Şemseddin İsfahani hem Selçuklu sultanı hem de Batu Han tarafından naib-i saltanat olarak görevlendirilmişti. Bu görevde bulunan bazı devlet adamları şunlardır: Celaleddin Karatay, Sücaeddin Abdurrahman, Nizameddin Hurşid, Fahreddin Ali, Emirü’d-din Mikail, Mücirüddin Emir Şah, Cemaleddin, Mehmed Pervane ve Kemaleddin Tiflisi
BEYLERBEYİ: Anadolu Selçuklu devlet teşkilatında nüfuz bakımindan en önde gelen görevlilerden biridir. Emirü’l-ümera ve melikü’l-ümera da denilen beylerbeyi ordunun baş kumandanı olması sebebiyle divanda sözü geçerdi. Zaman zaman hükümdarların bile onlardan çekindiği hatta komplo hazırlayarak onları bertaraf ettiği görülmektedir. Merkezdeki beylerbeyinden farklı olarak uçlarda görev yapan askerlerin başında da uç beylerbeyi denilen bir emir bulunurdu. Mesela Hüsameddin Çoban Kastamonu’da uç beylerbeyi olarak görev yapmıştır. Bir başka uç beylerbeyi de Seyfeddin Kızıl’dır. II. Gıyaseddin devrinin nüfuzlu devlet adamı olan Sadeddin Köpek de Samsat seferi sırasında Melikü’l-ümera unvanını almıştı. Samsat kalesini aldıktan sonra gücü bir kat daha artan Sadeddin Köpek kendinden önce beylerbeyi olan Kemaleddin Kamyar’ı tevkif ettirerek muhtemelen bu görevi de kendisi üstlenmiştir. Beylerbeyi olarak görev yapan bazı devlet adamları şöyle sıralanabilir. Seyfeddin Ayaba, Şemseddin Has Oğuz, Şerefüddin Mahmud, Siraceddin, Kemaleddin Kamyar, Seyfeddin Torumtay, Serefüddin Mesud, Azizüddin.
TUĞRAİ: Devletin iç ve dış her çeşit yazışmalarını idare eden menşur, berat, name ve muahedeleri kaleme alan, ferman ve menşurlara sultanın alamet ve tuğrasını çekmekle görevli olan Tuğraî Divan-ı inşa ve tuğranın reisidir. İyi tahsil görmüş, Arapça ve Farsça’ya vakıf kalem erbabından seçilirdi. Anadolu Selçukluları’nda divan-ı inşa, divan-ı arzdan sonra gelirdi. Mesela I. İzzeddin Keykavus zamanında (1211-1220) Şemseddin Taber divan-ı inşa reisi iken daha sonra emir-i ariz-i memalik-i Rum tayin edilmiştir.
ATABEG: Büyük Selçuklu Devleti’nde olduğu gibi Anadolu Selçukluları’nda da atabeglik müessesesi mevcuttu. Şehzadeleri iyi bir devlet adamı olarak yetiştirmekle görevli olan atabegler (lalalar) güvenilir ve nüfuzlu kumandanlar arasında seçilirdi. Şehzadeler atabegin gözetiminde "melik" unvanıyla her hangi bir vilayetin idaresine memur edilirlerdi. Ancak daha sonra şehzadelerin eğitiminden sorumlu atabeglerin yanında başkentte sultanın yanında ona müşavirlik eden bir atabeg daha tayin edilmeye başlanmıştır. Bu atabegler divan üyesi olarak müzakerelere iştirak ederlerdi. Bu konuyla ilgili bir fermanda bütün devlet erkanının önemli konularda hükümdarın atabegiyle istişare etmesi emredilmektedir.
Atabeglerin Anadolu Selçuklu devletine büyük hizmetleri olmuştur. Bunların başında da Şemseddin Altunaba ile Celaleddin Karatay gelir. Arslan ve II. Alaeddin Keykubad ile müşterek hakimiyetin başladığı 1249 yılına kadar yürüttügü naib-i saltanat görevini bırakarak atabeg-i Rum unvanıyla atabeglik görevini üstlenmiş ve 1254’te ölümüne kadar bu makamda kalmış devletin birlik ve bütünlüğünü korumuş, şehzadeler arasında geçimsizliğe ve ihtiraslı devlet adamlarının faaliyetlerine mani olmuştur.

PERVANE: Arazi dağıtımı ile ilgili defterleri tutmak, iktalara ait menşurları hazırlamak ve istihbarat faaliyetlerini yürütmekle görevli olan pervane de divan-ı a’lâ’nın üyesiydi. Sultanlar pervaneleri bu görevleri dışında siyasî ve askerî ilişkileri yürütmekle de görevlendirebilirlerdi. Mesela Muineddin Süleyman Pervane IV. Kılıç Arslan tarafindan Moğollara elçi olarak, II. Alaeddin Keykubad da Erzincanlı Kadı Şerefüddin’in oğlu Taceddin’i Diyarbekir’i zaptetmek üzere görevlendirmişti. Anadolu Selçukluları tarihinde Muineddin Süleyman Pervane’nin ayrı bir yeri vardir. Moğol tahakkümü sırasında sultanı da asarak bütün yetkileri elinde toplayan Muineddin Süleyman şahsi kabiliyeti sayesinde hem İlhanlılar hem de Memluklülerle iyi ilişkiler kurmuş ve bir devre adını vermiştir.
ÂRİZ: Büyük Selçuklu Devleti’nde olduğu gibi ordunun her türlü ihtiyacını karşılamak ve askerlerin maaşlarını dağıtmakla görevli olan Divan-ı arz’ın başkanıdir. Ancak ordunun sevk ve idaresine müdahale etmezdi. Bu görev daha önce geçtiği gibi beylerbeyinindi.
MÜSTEVFİ: Büyük Selçuklular’da da gördüğümüz divan-i istifa devletin bütün mali işlerini yürütmekle görevli olup divan başkanına müstevfî veya sahib-i divan-ı istifa denilir. Sultan tarafından tayin edilen müstevfi vergi tarh ve tahakkukunda çok dikkatli davranmalı, halktan haksız vergi alınmasına mani olmalıdır. Tayin ettiği amillerin adil ve mutemet olmasına dikkat etmeli, halkın şikayetlerini arzetmesi için kapısını daima açık bulundurmalıdır. Moğol istilası sırasında müstevfileri İlhanlı hükümdarları tayin etmeye başlamıştır.
Mecdüddin Muhammed b. Hasan’ın divan-i istifa başkanlığına tayiniyle bir menşurda onun bütün vergileri toplaması, divan görevlilerini boş bırakmaması, nedimlerin sözlerine itibar etmemesi ve devlet gelirlerinin zorbaların elinde telef olmamasına özen göstermesi istenmektedir. Bir başka menşurda da divan-i istifa’nın saltanatın direği olduğu ifade edilmekte ve mali işlerin işbilir (kardar) ve güvenilir kişilere verilmesi, tuzlalarda liyakatlı amillerin görevlendirilmesi emredilmektedir.
MÜŞRİF: Devletin mali ve idari faaliyetlerini denetleyen divan-ı işrafın reisidir. Müşrif kendisine bağlı memurları vasıtasıyla ülkenin her tarafında hazineye ait malları tesbit ve defterleri kontrol ettirirdi.

SARAY TEŞKİLATI
Anadolu Selçukluları saray teşkilatı Büyük Selçuklu devleti saray teşkilatı esas alınarak oluşturulmuştur. Başlıca saray görevlileri şunlardır:
HACİBÜ’L-HÜCCAB: Sultan ile divan üyeleri arasında irtibatı sağlayan baş hacib saray görevlilerinin hizmetlerini kontrol etmekten de sorumlu idi. Hacibü’l-hüccab’ın emrinde hacip ve perdedar denilen görevliler vardı.
EMİR-İ CANDAR: Sarayı ve sultanı korumakla görevli olan Candarların reisi olan emir-i candar hazarda ve seferde buyruğu altındaki muhafızlarla birlikte sultanı korumakla mükelleftir. I. Alaeddin Keykubad sultan olarak Konya’ya gelirken yanında 120 kişiden oluşan muhafız (candar) birliği vardı. Bunlar altın sırmalı hamayil ile asılı kılıç taşırlardı. Candaroğulları beyliğinin kurucusu Emir Şemseddin Yaman’in lakabına bakılarak onun da Anadolu Selçuklularında emir-i candar olarak görev yaptığı söylenebilir.
ÜSTADÜDDAR: Saray nazırı olup saraya ait bütün harcamaları ve saray görevlilerini kontrol eder.
EMİR-İ ÇAŞNİGİR: Sultanın sofrasının hazırlanmasına nezaret ve yemekleri kontrol eden görevlidir. Çok güvenilir emirler arasından seçilen çaşnigirin görevi sofraya konulan yemekleri sultandan önce tatmak suretiyle yemeğe zehir katılma ihtimalini ortadan kaldırmaktı. Büyük Selçuklularda ve diğer bazı İslam devletlerinde de gördügümüz çaşnigir Anadolu Selçuklu devletinde de önemli bir görevli idi. Meşhur emirlerden Mübarizüddin Çavlı ile Şemseddin Altunaba da çaşnigir (emir-i zevvak) olarak hizmet etmişlerdi.
EMİR-İ SİLAH: Silahların bakım ve muhafaza edilmesiyle görevli olan silahdarların emiri olup merasimlerde hükümdarın silahını taşırdı.
EMİR-İ ŞİKAR: Hükümdarın av işlerini idare eden ve av kuşlarıyla av hayvanlarının eğitiminden sorumlu olan saray görevlisidir. Emer-i şikarlar nüfuz ve itibar sahibi kumandanlar arasından seçilirdi. Mesela meşhur devlet adamı Sadeddin Köpek Sultan I. Alaeddin Keykubad’ın, Kılavuzoğlu Tumanbay da III. Gıyaseddin Keyhüsrev’in emir-i şikarları idiler. Bütün kuşçular emir-i şikarların emrindeydi. Bunların yanında yine av ile görevli askerler bulunurdu. Anadolu Selçuklularında emir-i şikarlığa tayinle ilgili bir vesikada bu görevlilerde aranan vasıflar ve av sırasında dikkat edilmesi gereken hususlar sayılarak emir-i şikarın bu önemli vazifede bazdarları kulluk ve mülazemette bulundurması, sürgün avında kuş ve hayvanları halka haline getirme zamanında cesur ve marifetli avcıları hizmete sokması ve kuşların avlanma mevsiminde avcıları pusuya yatırması gerektiği ifade edilmektedir.
Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu sultanlarının sofrasında av eti hiç eksik olmazdı. Nitekim sultan Melikşah ile I. Alaeddin Keykubad bir rivayete göre yedikleri av etinden zehirlenerek ölmüşlerdir. II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in av hayvanları yanında vahşi hayvanları da beslediği, Ermeni kralının sultan I. İzzeddin Keykavus’a çeşitli hediyeler yanına baz (doğan) ve şahin de göndermesi Selçuklu sultanlarının kuşlara ne derecede önem verdiklerini göstermektedir. Anadolu Selçuklularında yılda iki defa umumi ava çıkılırdı. Bu ava bütün devlet erkanı katılır ve av şölenle sona ererdi.
EMİR-İ ALEM: Sultan sancağını taşıyan ve onu korumakla görevli olan emirdir.
EMİR-İ AHUR: Hükümdarın atlarına bakmakla görevli emirdir. Buyruğu altındaki hademeler atların eğitimi ve tavlaların bakımından sorumludur.
CAMEDAR: Hükümdarın elbiselerine nezaret etmekle görevlidir. Elbiselerin muhafaza edildiği camehane de onun kontrolündeydi. Camedarlar sultanın elbiselerini giymelerine de yardımcı olurlardı.
TASTDAR: Hükümdar elini yıkarken, abdest alırken leğen tutup su döken saray görevlisi.
EMİR-İ MECLİS: Sultanın bezm denilen meclisine girecek olanları içeri alan, ziyafet salonlarını düzenlemekten sorumlu saray görevlisi olup Anadolu Selçukluları’nda önemli bir memuriyetti.
HAVAYİCSALAR: Havayichane denilen mutfak işlerine bakan ve yemekleri pişiren saray ahçısı.
SERHENK (ÇAVUŞ): Sultanın önünden giderek yol açardı. Merasimlerde ve alaylarda ellerinde süslü değneklerle görev yaparlardı. I. Alaeddin Keykubad sultan ilan edilip tahta çıkmak üzere Konya’ya giderken yanında 500 serhenk vardı.
EMİR-İ DEVAT (DEVATDAR): Başlangıçta sultanın divit takımından sorumlu olan ve daha sonra çeşitli görevler üstlenen saray memuru. Meşhur devlet adamı Celaleddin Karatay da emir-i devat olarak hizmet etmişti.

ADLÎ TEŞKİLAT
Anadolu Selçukluları döneminde ülkede meydana gelen hukuki meseleler kadılar tarafından Hanefi mezhebi hükümleri esas alınarak çözülürdü. Halkla ilgili bütün davalara ve miras işlerine kadılar bakardı. Ancak askeri davalar kadıleşker tarafından karara bağlanırdı. Kadı’l-kudat (başkadı) Konya’da oturur ve diğer kadıları kontrol ederdi. Kadı’l-kudat bütün ilmiyye sınıfının da reisi idi.
Kadılarin baktığı şerî davaların dışında başta devlet aleyhine işlenen cürümler olmak üzere, her çeşit baskı ve zulümle ilgili davalara ise örfî ve şerî hukuku esas alarak emir-i dadlar bakardı. Anadolu Selçuklularında emir-i dad protokolde atabegden sonra gelirdi ve çok nüfuzlu bir emir idi. I. Alaeddin Keykubad hükümdarlığının ilk yıllarında divan-ı mezalime bizzat başkanlık edip şikayetleri dinlerdi. Ancak daha sonra işlerinin yoğunluğu yüzünden bu görevi emir-i dad’a bıraktı. Fahreddin Ali emir-i dadlıktan vezirliğe yükseldiği gibi emir-i dad Eminüddin Düleycanî aynı zamanda üstadüddarlık, evkaf hakimliği ve müstevfîlik görevlerini de üstlenmişti. Emir-i dad hem divan-ı mezalim hem de kadıların verdiği hükümleri infaz etmekle görevliydi. Kaynaklarda emir-i dad olarak hizmet eden diğer bazı görevliler arasında Nusret Yakut ve Nizameddin’den de bahsedilmektedir. III. Gıyaseddin devrinde kadılık görevinde bulunanlardan bazıları da şöyle sıralanabilir: Kadı’l-kudat Siraceddin Mahmud-ı Ermevî, Celaleddin Habib, Eminüddin Tebrizi, İzzüddin, Bedreddin Kazvinî, Taceddin Hoyi ve Sadüddin.

ASKERÎ TEŞKİLAT
Anadolu Selçuklu Devleti esas itibariyle askerî bir hüviyete sahipti. Ordu devlet yönetiminde ve teşkilatın hemen her kademesinde önemli rol oynuyordu. Divan-ı a’lâ’ya bağlı olarak görev yapan divan-ı arz ordunun her türlü ihtiyacını karşılamaktaydı. Savaş zamanlarında ordunun sevk ve idaresi vezir ve beylerbeyinin sorumluluğundaydı. Savaş sırasında sultana emirler, leşkerler, reisler ve ileri gelen zevat refakat ederdi.
Anadolu Selçuklularında ordu başlıca şu sınıflardan teşekkül ederdi.
1. KAPIKULU: Merkezde sultanın şahsına bağlı olarak görev yapan bu askerler çeşitli milletlerden teşkil edilmişti. Bunlar da kendi aralarında müfred, gulam, mülaziman-ı yatak (yayak) ve halka-ı hassa diye kısımlara ayrılmıştı. Sarayda görev yapan askerler candarlarla birlikte sultanın ve sarayın korunmasında istihdam edilmişti. Mülaziman-ı yatak ise hükümdarın çadırını beklerdi. Kapıkulu süvarileri yılda dört defa bisteganî denilen maaş alırlardı.
2. TIMARLI SİPAHİ: İkta sahiplerinin maiyetindeki bu askerler savaş zamanlarında subaşı denilen ve aynı zamanda bulundukları şehirlerin emniyet ve asayişinden sorumlu olan kumandanların emrinde ana orduya katılırlardı.
3. ÜCRETLİ ASKERLER: Anadolu Selçuklu ordusunun temel unsurlarından birini teşkil etmekle beraber ihtiyaç halinde istihdam edilen bu askerler arasında zaman zaman gayri müslim askerler de bulunurdu. Mesela II. Gıyaseddin devrindeki Babaî ayaklanmasının bastırılmasında ücretli Frank askerleri önemli hizmetlerde bulunmuşlardı.
4.MUHAFIZ BİRLİKLERİ: Kayseri başta olmak üzere Sivas, Harput, Develi-Karahisar, Niksar, Malatya, Erzincan, Niğde, Ladik, Honas gibi önemli şehirlerde sürekli olarak bulundurulan muhafız birlikleri. Bu mıntıkalara bağlı ikta sahiplerinin maiyetindeki askerler, Türkmenler ve müstahkem yerlerdeki daimi kuvvetlerin kumandanları o bölgenin subaşısına tabi idiler.
5. UC BİRLİKLERİ: Barış ve savaş zamanlarında Bizans Ermeni ve Gürcü sınırlarında beylerinin emrinde bekleyen askerler.
6. Anadolu Selçuklu Devleti’ne tabi olan vassal statüdeki Müslüman ve gayri müslim devletlerin ihtiyaç halinde antlaşmalara uygun olarak gönderdikleri kuvvetler.
Askeri merkezlerdeki kuvvetlerle ikta sahiplerinin emrindeki kuvvetler 1243’teki Kösedağ bozgunundan sonra giderek azalmıştır. Bunun da sebebi ikta sisteminin Moğol istilasıyla tamamen sarsılmış olmasıdır. IV. Kılıç Arslan ikta arazileri mülk haline getirerek ordunun esasını teşkil eden tımarlı sipahilerin yok olmasına sebep olmustur. Müineddin Süleyman Pervane’nin 1277’de ölümünden sonra İlhanli istilası giderek şiddetlenmiş, hem ikta sistemi kaldırılmış, hem de ordu bertaraf edilmiştir. Bu da gelirlerini kaybeden ikta sahiplerinin ülkenin her tarafında isyan ve karışıklıklar çıkarmalarıyla sonuçlanmıştır. Orduda yaratılan boşluk Moğol askerleriyle giderilmeye çalışılmıştır. Bu dönemde çıkan isyanlar Selçuklu-Moğol müşterek kuvveti tarafından bastırılmıştır.
Selçuklu ordusuna harekat sırasında kumanda eden beylerbeyi protokolde ön saflarda yer alırdı. Ayrıca I. Alaeddin Keykubad’ın güney sahillerini fethetmesinden sonra uc beylerbeyilikleri ihdas edildi. Beylerbeyi karşılığında sipehdar-i büzürg veya emir-i büzürg tabiri de kullanılıyordu.
Anadolu Selçukluları Antalya, Alaiye ve Sinop’un fethinden sonra denizciliğe önem verdiler ve tesis ettikleri tersanelerde kendi donanmalarını inşa ettiler. Donanma kumandanlarına emirü’s-sevahil, melikü’s-sevahil veya emirü’l-bahr denilirdi.
Selçuklu kara ordusunun büyük bir kısmını süvariler teşkil ettiği için ata büyük önem verilirdi. O dönemde kullanılan bütün klasik silahlar Anadolu Selçuklu ordusunda da mevcuttu. Orduda nizam ve intizam çok önemli idi. İhmali görülenler ve disipline uymayanlar şiddetle cezalandırılırdı. Mesela II. Gıyaseddin Keyhüsrev ile vezir Fahreddin Ali Cimri isyanı sırasında sefere katılmayan emir-i büzürg-i uc Ali Bey ile adamlarını katlettirdiler.

TOPRAK VE HALK
Anadolu Selçukluları’nda toprak tıpkı Büyük Selçuklular’da olduğu gibi mirî yani devlete aitti. Arazi ikta, mülk ve vakıf olmak üzere üç bölümde ele alınabilir.
1. İKTA ARAZİ: Bir hizmet karşılığı olarak devlet adamlarına, kumandanlara ve büyük-küçük sipahilere verilen araziye ikta arazi denilir. Has arazi sadece hükümdara aitti. Görevinden azledilen kişilerin iktaları ellerinden alınırdı. Hizmetleri devam ettirmek kayıt ve şartıyla ikta arazi babadan oğula intikal edebilirdi. Devlet ricali ve kumandanların rütbeleriyle mütenasip iktaları vardı. Mesela Taceddin Pervane’nin iktaı Ankara idi. İkta sahipleri sefer zamanlarıinda askerleriyle birlikte sultanın emriyle savaşa katılmak üzere yola çıkarlardı.
I. Alaeddin Keykubad Harizm aşireti reislerinden Kirhan’a Erzincan’ı, Bereket Han’a Amasya’yı, Artuklular’dan İzzeddin Ahmed’e ise Harput’u ikta olarak vermişti. II. Gıyaseddinn Keyhüsrev de vezir Mühezzebüddin Ali’ye 40.000 dinarlık bir araziyi ikta etmişti.
2. VAKIF ARAZİ: Geliri ilmî ve sosyal gayelerle kurulan müesseselerin masraflarını karşılamak üzere tahsis edilen arazilerdir. Bazı Selçuklu devlet adamları ve kumandanlar da kendilerine mülk olarak verilen yerleri hayır amacıyla kurdukları müesseselere devretmişlerdir ki bunlar da vakıf arazi statüsündedir. Vakıf arazilerin gelirleri mutlaka gayelerine uygun olarak kullanılırdı.
3. MÜLK ARAZİ: Aslında devlete ait bazı araziler büyük hizmetleri ve yararlıkları görülen devlet adamları ve kumandanlara sultan tarafından mülk olarak verilmiş ve bunlar onların evladına miras yoluyla intikal etmiştir. Ancak bazıları da bunları hayır müesseselerine vakfetmişlerdir. Kastamonu yöresi Hüsameddin Çoban’a, Sinop da Muineddin Pervane’ye mülk olarak verilmiştir.
Anadolu Selçukluları’nda toprağı ekip biçen reayanın her zaman hakkını almasına itina edilir, haksızlığa uğrayanlar her zaman şikayetçi olabilir ve haklarını geri alabilirlerdi. Arazi tevcihatıyla ilgili işler Pervane ve emrindeki memurlar tarafından yürütülürdü. Ülkede zaman zaman arazi tahriri de yapılırdı.
Meskün mahallerdeki vergiye tabi nüfus ve herkesin vereceği vergi miktarı kayıt ve tespit edilirdi. Reayadan tahakkuk ettirilen miktardan fazla vergi isteyenler ağır cezalara çarptırılırdı. İkta sahipleri ikta araziden alacakları gelir karşılığı asker besledikleri gibi o bölgenin yönetiminden de sorumluydular. Ancak Moğol istilası sırasında bu sistem bozuldu ve iktaları ellerinden alınan sipahiler ülke içinde isyan ve huzursuzluklara sebep oldular. İktaları ellerinden alındığı için ikta sahipleri de yeteri kadar asker besleyemediler ve bu da ordunun çökmesine sebep oldu.

İDARİ TEŞKİLAT
Anadolu Seçukluları’nda eyaletler öncelikle haneden mensuplarının idaresine tevdi edilirdi. Şehzadeler küçük ise onları iyi bir devlet adamı olarak yetiştirmek üzere yanlarına lala veya atabeg denilen güvenilir emirler verilirdi. Bu emirler bulundukları eyaleti o şehzade adına idare ederlerdi. Anadolu Selçukluları’nın idari açıdan kaç eyalete taksim edildiği kesin olarak bilinmemektedir. Ancak II. Kılıç Arslan’ın ülkeyi 11 oğlu arasında taksim ettiği bilinmektedir. Böylece başkent Konya’nın dışında 11 idari merkezin mevcudiyetinden bahsedilebilir. Hanedan mensuplarının yönetimine bırakılan Tokat, Niksar, Elbistan, Kayseri, Sivas, Aksaray, Malatya, Konya Ereğlisi, Niğde, Amasya, Ankara ve Uluborlu dışında Kastamonu, Sinop, Erzurum, Erzincan, Şarki Karahisar, Divriği, Antalya, Alaiye, Manavgat, İçel, Harput, Çemişgezek, Kahta, Ahlat, Isparta, Kütahya, Eskişehir, Denizli ve Amid (Diyarbakır)’in ilhakıyla eyaletlerin sayısı artmış ve otuzu geçmiştir.
Bizans ve Ermeni sınırlarında uç vilayetleri de uç beyleri tarafından idare ediliyordu. Mesela Danişmendli Yağıbasın’ın oğullarından Muzafferüddin Mahmud, Bedreddin Yusuf ve Zahireddin Anadolu Selçukluları’nın hizmetine girerek uç boylarında görev almışlardı. Ayrıca hanedan mensuplarının idaresi dışında kalan yerlerde de emirler hem vali hem de kumandan olarak görev yapıyorlardı. Bu büyük vilayetlerin dışındaki şehirlerde de serleşker ve subaşılar emniyet ve asayişten sorumlu idiler. Merkezi şehirlerde emniyeti sağlamaktan sorumlu birer sahne bulunurdu.
1243’te Anadolu Selçukluları’nın mağlubiyetiyle sonuçlanan Kösedağ savaşından sonra ülke taht kavgalarına sahne olmuş ve nihayet Moğolların müdahalesiyle ülke ikiye bölünmüş, bir kısmı Konya merkez olmak üzere II. İzzeddin Keykavus’a, diğerinin merkezi de Sivas olmak üzere IV. Rükneddin Kılıç Arslan’a verilmiştir.
Vilayetlerde birer küçük divan bulunur ve vergiler muhassıllar tarafından toplanırdı.
Eflaki Menakibü’l-arifin’de idari teşkilatta adı geçen görevlilerden bazılarını şöyle sıralar. Nazır, emir-i dad valiler (ummal), yol muhafızları, subaşı, şehir kethüdası, reis, şahne, cellad, divan memuru, şeyhü’l- islam ve hati.

SOSYAL HAYAT
1. ADET VE GELENEKLER

Yağmur duası: Yağmur duasına çıkılacağı zaman halk oruç tutar, kurban keser ve Allah’a dua ve niyazda bulunurdu. Duanın akabinde yağmur yağmazsa uzak yerlerden gelmiş bir garibe gider ondan Allah’a dua ve niyazda bulunmasını isterlerdi. Bir defasında Konya’da kıtlık olmuş, uzun zaman yağmur yağmamıştı. Korkunç bir pahalılık vardı. Birkaç defa yağmur duasına çıkıp ümitsizlik içinde dönmüşlerdi. Verdikleri sadakalar, kestikleri kurbanlar kabule mazhar olmamıştı. Nihayet Sultan Veled’e gidip yardım istediler. Onun mübarek başını açıp gözlerinden yaşlar akarak Allah’a dua etmesi üzerine müthiş bir yağmur yağdığı söylenir.
Uğur ve Nazar: Kötü insanların nazarından korunmak için ateşe çörek otu atılırdı. Üzerinde dikiş dikilen kimsenin ağzına mutlaka bir yaprak, bir saman çöpü alması gerektiğine inanılırdı. Gül uğur çiçeği kabul edilirdi. Dini bayramların arifesinde helva dağıtılırdı. Bir tüccarın karısı Kurban bayramı arifesinde çokça helva yaparak fakirlere ve komşulara sadaka olarak dağıtmış, helva dolu büyük bir siniyi de Mevlana hazretlerine göndermişti.
Doğum: Çocuk doğduğu evde büyük bir sevinç kaynağı olurdu. Bebeğe altın takılır, saçı saçılırdı. Çocuğun babası büyük bir ziyafet verirdi.
Evlenme: XIII. ve XIV. yüzyılda Anadolu’da İslam hukuku hakimdi. Erkekler birden fazla kadınla evlenebilirdi. Cariye edinme geleneği de vardı. Sultan Veled’in iki cariyesi vardı. Evlenen erkeğin kadına başlık olarak para verme adeti yaygındı. Evlenecek kız da çeyiz eşyası hazırlamak zorundaydı. Mevlana bir kızın cehizinin hazırlanması için Gürcü Hatun’dan yardım istemiş, o da birkaç takım elbise, her cinsten bir kat çamaşır, yirmi adet süslü küpe, yirmi yüzük, inci gerdanlık, yün örtüleri ve bilezikler, halı ve seccadeler hazırlayıp göndermişti. Düğünler oldukça debdebeli olur, uzun süre anlatılırdı. Kadınlar peçe takarlardı.
Terbiye kuralları: Anadolu Selçuklu toplumunda Türk-İslam düşüncesinin ortak ürünü olan terbiye ve görgü kuralları yürürlükteydi. Türk toplumunda büyüğe hürmet esastır. Eflakî’nin Menakibü’l-ârifin adlı eserinde geçen bir ibarede "Onlar yaşça benden büyükler, ben onların yüzüne böyle bir sözü nasıl söyleyebilirim" denilmektedir ki bu toplumda büyüklere saygının bir işaretidir. Pazar yerinde ayaklarını uzatıp uyuyan bir dervişin bu hareketi onun kınanmasına sebep olmuştur. Bu da toplumun laubali davranışlardan hoşlanmadığını ve tepkiyle karşılandığını göstermektedir. Gayri ahlaki davranışlar da asla hoş karşılanmazdı.
Hediyeleşme: Hz. Peygamber’in hediyeleşmeyi teşvik eden sözleri Anadolu’da büyük ilgi görmüş ve "yarım elma gönül alma" şeklinde sembolleşen bu gelenek Türk milletinin başlıca özelliklerinden biridir. Devrin anlayışına göre hükümdar ve ileri gelen devlet adamları birbirlerine ve halka hediyeler verirlerdi ki bu da işgal ettikleri makam ile mütenasip olurdu. Gürcü Hatun fakir bir kızın cehizini hazırladığı gibi Muineddin Pervane de Mevlana’nın müjde ve iltifatı üzerine tarikat mensuplarına 2.000 dinara yakın bağışta bulunmuştur. Ayrıca Konya’da bulunan yetim ve fakirlere de elbiseler dağıtmıştı. Devrin en yaygın hediyesi altın idi. Uğur getireceğine inanılarak daha çok altın ve çiçek hediye edilirdi.